31 Aralık 2010 Cuma

MUTLU YILLAR!!!

Bugün 2010'un son günü. Yarın yeni bir yıl olacak. Bir yaş daha yaşlanıyoruz belki ama yine de heyecanlı. Çünkü yeni ve yeni olan her şey heyecan veriyor insana.

Herkes yeni yıla girerken farklı planlar yapıyor, farklı şekillerde karşılamak istiyor. İllaki bugün kutlanacak diye bir şey yok aslında. Kimisi birkaç gün önceden kutladı, kimisi birkaç gün sonra, hatta belki birkaç hafta sonra kutlayacak. Bir önemi yok ne zaman kutlandığının ya da kutlanmadığının. Tek önemli olan şey, bu yılın güzel bir yıl olması yönündeki dileklerimiz, niyetlerimiz, temennilerimiz.

Bu vesile ile de birçok yerden tebrik maili, mesajı gelmeye başladı bile birkaç gündür. Ama bakıyorum da maillerin neredeyse hepsi birilerinden forward edilmiş, ya da bir yerlerden koyalanıp yapıştırılmış mailler. 10 senelik dostlarımdan böyle forward mailler geldiği zaman, üzgünüm ama cevap yazmıyorum. Ama kendi yazdığım, kendi elimden çıkmış, onlara özel birkaç kelimeden oluşan kendi mailimi yazıyorum. Bunun daha değerli olduğunu düşünüyorum.

Yurt dışında yaşayan 10 küsür senelik dostumun bana gönderdiği iki kelimelik mail beni daha çok mutlu etti açıkçası. Çünkü kendi üretimiydi tamamen. Sadece "mutlu yıllar" yazmıştı. Az ama öz ve samimi bir dilek. hepsi bu.

Bir mutlu yıllar yazmak, iyi dilekleri belirtmek için en yakın dostlarına forward mail gönderen güzel insanlar! Yapmayın bunu. Üşenmeyin, iki satır bir şey yazın yıllarınızı birlikte geçirdiğiniz ve geçireceğiniz insanlara.

Velhasıl, koskoca bir sene bitti. 365 günün en sonuncu gününe geldik sağa salim. Astrologlar diyor ki, 2011 özel bir yıl olacak. Geçmiş yıllar içerisindeki en şanslı yıl olacak, bu şansı iyi kullanın değerlendirin diyor hepsi. Umarım tüm dostlarım, tüm blog dostlarım, ailem, sevdiklerim, tüm iyi insanlar....hepiniz bu yılın bizlere getirdiği şansı, nimetleri, fırsatları iyi bir şekilde değerlendiri. Değerlendirmeseler bile, bu yıl tüm sevdiklerim için ne bekliyorlarsa, neyi istiyorlarsa, neyi hayal ediyorlarsa tüm bunları elde ettikleri bir yıl olsun istiyorum.

Tüm sevdiklerim ve yeryüzündeki tüm iyi insanlar...2011 hepinizin çok mutlu, huzurlu, sağlıklı, başarılı olduğunuz, tüm ama tüm dileklerinizi gerçekleştirdiğiniz, barış içinde sevgi ve huzur içinde yaşadığınız bir yıl olsun.

Ve kötü insanlar gelelim size...kötü insanlara genellikle insan demiyorum ben ama neyse, burada belirtecek başka bir şey bulamadım. Dünyanın olmazsa olmazı, güzel ve çirkinin ayırt edilmesi için gerekli olan kötü insanlar...bu yıl yaptığınız kötülüklerin bedellerini ödediğiniz bir yıl olsun istiyorum. Savaş çıkarttıysanız, bunun bedelini ödeyin. Küçük bir çocuğu, masum birini zor durumda bıraktıysanız, ağlattıysanız bunun bedelini ödeyin. Huzursuzluk çıkarttıysanız bunun bedelini ödeyin. Haksızlık ettiyseniz bunun bedelini ödeyin....ve sayamadığım daha ne kadar kötülük yaptıysanız, bunların bedelini ödediğiniz bir yıl olsun. Umarım tüm bedelleri bir yıl içinde ödeyebilir ve bir daha aynı kötülükleri yapıp, vatana, millete, dünyaya, insanlara, sevdiklerinize, yakınınızdakilere, uzağınızdakilere zarar verme şansınız olmaz. Ha tekrar devam ederseniz zarar vermeye, o zaman daha çok bedel ödediğiniz bir yıl olsun bu yıl ve takip eden her yıl...


ÖZETLE, 2011 İYİLİKLERİN, GÜZELLİKLERİN, SEVGİNİN, BARIŞIN, HUZURUN, MUTLULUĞUN YILI OLSUN!


GÜZEL DOSTLARIM, HEPİNİZ ÇOK MUTLU OLUN, HEP BERABER ÇOK MUTLU OLALIM.


NİCE NİCE NİCE MUTLU YILLARA!!!

19 Aralık 2010 Pazar

YENİ YENİ YEPYENİ

Yeni yıla girmemize şunun şurasında sayılı günler kalmışken, ne başka bir başlık atasım ne de başka bir şey yazasım gelmiyor. Bu sebeptendir ki gördüğünüz üzere uzunca bir süredir sallamış bulunmaktayım yine yazma işlerini.

“Yeni” kelimesi tek başına söylendiğinde bile insanın içini kıpır kıpır ediyor. Dolayısı ile şu günlerde hepimizin kıpır kıpır olması gerektiğini düşünüyorum. Amma ve lakin gerçek hayata, içinde yaşadığımız günlük hayata baktığımda bunun tam tersinin yansıdığını gözlemliyorum.

Sonuç?
Herkes depresyonda.

Dalgasına ya da öylesine yazmıyorum bunu, çok ciddiyim. Herkes ciddi ciddi depresyonda. Hem de bana kalırsa ağır depresyon. Bir gün içerisinde 30 kişi ile iletişim içinde oluyorsam, en az 25 tanesine depresyon teşhisi koyuyorum (Psikolog neyim değilim, tecrübe sadece). :)



Asık yüzler,
Off, puff sesleri,
Şişmiş gözler,
Bağırış çağırışlar,
Bıdı bıdı şikayetler,
Melankolik haller,
İsyanlar, isyanlar, isyanlar.

Yahu ne oluyorsunuz gençler? Bir silkelenin. Nefes alın, kendinize gelin.

Yeni yıla giriyoruz sayılı günler sonra. Yepyeni, tertemiz, sıfır kilometre, mis gibi bir yıl!

Yıl sonları önemlidir. Yeni bir yıla başlangıç yapıyor olmak, yeni bir binanın temelini atmak gibidir. Temeli sağlam atabilmek için eskiyen yıldan kalan pislikleriniz, pürüzleriniz, pütürleriniz, engelleriniz varsa, elinizi çabuk tutun, inleyip elinizi kafanıza koyup isyan edeceğinize, temizlik yapın. Eskiyen, size hizmet etmeyen ne varsa temizleyin, temizlenin, arının, nefes alın. Ve tertemiz, mis gibi bir nefesle yeni yılı içinize çekin. 


Hiçbir şey yapamıyorsanız da, mutluluk hormonu salgılatan güzel bir ilaç alın içiverin, kafanız azıcık güzel olsun, yeni yıla bari mutlu girin. Hem zaten uzmanlar diyor ki, 21 Aralık'ta tam ay tutulması olacakmış ve bu sebepten çok ciddi karmaşalar, kargaşalar yaşanabilirmiş, bu yüzden de insanların üzerinde negatif etkiler olabilirmiş. Yani belki de hepinizin depresyonu, bu körolmayasıca ay tutulması yüzündendir. Ve güzel haber şu ki, Ocak ayı itibarı ile tutulmanın bütün olumsuz etkileri yok olacakmış! En azından Ocak ayına kadar bu süreçte biraz gülmenizi, huzur bulmanızı sağlayacak şeyler yapmaya çalışın. Hiçbir şey bunu sağlamıyorsa, dediğim gibi ilaç kullanın. Yoksa döve döve çıkartıcam hepinizi depresyondan! :)

Yeter yahu yeni yıla giriyoruz, bi yenilenin artık! :)

1 Aralık 2010 Çarşamba

Tüm Ümidinizi Kaybetmek Özgürlüktür

Dövüş kulübü adlı filmi birçoğunuz izlemişsinizdir. Bana izlemek yeni kısmet oldu. Oradaki sözlerden biridir bu... “tüm ümidinizi kaybetmek özgürlüktür”.

Filmle ilgili aklıma kazınan tek şey bu cümle. Zaten pek film hastası olduğum söylenemez. Arada içimden gelir, bir film izlerim, beğenir keyif alırsam, aynı filmi defalarca izlerim, sanki ilk defa izliyormuşcasına. Sevdiğim şeylerden sıkılmadığımdan belki, ya da filmin her köşesine ince ince takılıp kalmadığımdan, bilmiyorum.

Bazı filmlerde ise ufak detaylar dikkatimi çekiyor ve film bittikten sonra da o detay aklımda kalıyor. Velhasıl, dövüş kulübü adlı filmde aklımda kalan şey de bu cümle oldu.

Tüm ümidinizi kaybetmek özgürlüktür...

Ümit...
Bizi hayata bağlayan en önemli etkenlerden biri. Ümit ettikçe yaşıyoruz, bağlanıyoruz hayata.

Ama burada aslında hayata dair bütün ümidinizi kaybetmekten bahsetmiyor. Eğer öyle olsa hayat olmaz, insan yaşayamaz zira.



Bazen öyle ümitlere sarılıyoruz ki, esir alıyor bizi adeta. Belki de sonu olmayan ya da sonu başından belli olan ümitler yüzünden günlerimiz, gecelerimiz, aylarımız, yıllarımız boşa gidiyor. Ne zaman ki o ümit ettiğimiz şeyin boş bir ümit olduğunu, sonunun olmadığını anlıyoruz, işte o zaman özgürlük başlıyor. Yeniden doğuş bir nevi. Nasıl ki insan doğarken, dünyaya ilk gelişte sancılı bir süreçten geçiyorsa, bu yeniden doğuş da sancılı oluyor illa ki, ama ruhumuz özgür kalıyor, sahip olduğu bedeniyle birlikte yeni hayatına özgürce alışmaya çalışıyor.

Aslında ben bu sözü irdeleyince, atalarımızın meşhur sözü vardır hani, o geldi aklıma: “delisi olan her gün, ölüsü olan bir gün ağlar”.

Bence bu iki sözün de özü aynı.

En sevdiğimiz gözümüzün önünde hasta yatağında, belki kanser. Her gün acı çekiyor. Her gün hastaneler, krizler, koşturmalar, korkular, aynı heyecanlar sil baştan yaşanıyor, diken üstünde bir halde. Sevdiğiniz insan, anneniz belki bir yanda gözünüzün önünde acı çekiyor, bir yanda siz hiçbir şeye tutunamıyorsunuz. Ölüm korkusu aklınızdan çıkmıyor kimi zaman. İşe gitseniz aklınız evde, arkadaşınıza gitseniz aklınız yine evde, kafam dağılsın biraz sinemaya gideyim deseniz aklınız yine evde, ayrıca annenizi evde bırakıp gitmenin vicdan azabı da cabası. Velhasıl, hayat iptal oluyor. Bedeniniz bir yerlere zorunlu olarak gidip gelse de aslında hiçbir zaman o gittiğiniz yerlerde olamıyorsunuz. Bir tek gün bile gülemiyorsunuz, aklınız tek bir şeye takılı kaldığından. Aklımızı da bedenimizi de ruhumuzu da takılı bırakan şey, ümit. Dört gözle iyileşmesini ümit ediyoruz. Ayağa kalkacağı günü hayal ediyoruz. Kimileri şanslı, bir yıl sonra belki annesi ayağa kalkıyor, ama kimileri de tam tersine kayıba uğruyor, belki bir yıl belki iki yıl belki daha farklı bir süre sonra. İki sonuçta da yeni bir hayat başlıyor. Sevdiğimiz insanı kaybederek sonuçlanan hikayede acı çekiyoruz, sancı çekiyoruz bu yeni hayatın başlangıcında. Ama adı üstünde hayat, ona da alışıyoruz ve hayatımıza devam ediyoruz, kaybettirdikleriyle, kazandırdıklarıyla.

Sonuçta ümidimiz bittikten sonra, hayatımıza devam ediyoruz. Ama bir konuda ümit ettiğimiz sürece, süreç uzadıkça hayatımıza çoğu kez normal bir şekilde devam edemiyoruz. Aklımız hep olması gerekenden farklı yerde oluyor.

Bir iş görüşmesine gidiyorsunuz, ümitleniyorsunuz, aklınız orada kalıyor. Oradan haber gelene kadar var olan işinize olması gerektiği gibi konsantre olamıyorsunuz. Ta ki olumsuz cevabı alana kadar. Olumsuz cevabı öğrenip, bütün ümidinizi kestiğiniz zaman işinizin başına dönüyorsunuz.

Sevgilinizle kavga ediyorsunuz, bütün geceniz gününüz zehir oluyor, ertesi günü ne işinize ne başka bir şeye olması gerektiği gibi veremiyorsunuz kendinizi. Çünkü ümidiniz sizi bekletiyor, barışma ümidi. Barışma süreci ne kadar hızlı olursa, hayata devam etme süreci de hızlanıyor. Ya da tam tersi, belki ayrılacaksınız sürecin sonunda. Olsun. Önemli olan sürecin sonlanması. Biraz acı çekip, yeni doğumunuza, yeni hayatınıza özgür bir şekilde başlayacaksınız.

Platonik aşıksınız. Aman allahım, nasıl bir heyecan o öyle çocuk gibi. Ama aklınız yerinden oynuyor onu görünce. Bir kere yüzünü göreyim, bir kere sesini duyayım diye ölüyorsunuz, eriyorsunuz. Acaba o da beni istiyor mu, acaba o da seviyor mu, acaba acaba acaba diye kafanızı kemirip duruyorsunuz. Bir ümitle bekliyorsunuz. Günlerinizi, gecelerinizi, bazen aylarınızı, bazen yıllarınızı adıyorsunuz, bir ümidin bekleyişiyle. Sonunda bir gün bir bakıyorsunuz, ikiniz bambaşka alemlerdesiniz. Biriniz aşkınızın ümidiyle yanıp tutuşuyor, diğeri ise gönül eğlendirmesinden başka bir halt etmiyor. Bunu hissettiğiniz anda ümidinizi kaybediyorsunuz. İçiniz acıyor belki, hayalleriniz suya düşüyor, emekleriniz boşa gidiyor, bir yandan illa onunla olsun istiyorsunuz, bir yandan kırılıyorsunuz. Ama olsun. Artık belirsizlikten kurtulmuş oluyorsunuz. Acabalar gidiyor, özgür oluyorsunuz. Biraz sancılı bir süreçten sonra, yeni hayatınıza özgür bir şekilde başlayabilirsiniz, daha güçlü, daha kararlı bir şekilde, adım adım.

Velhasıl, insanın ümidini kaybetmesi bazen iyidir. Bazen acıdır, ama yine de iyidir. Hayat zaten bir acı bir tatlının bir araya gelip dengelenmesi değil midir? Acı da olacak tatlı da. Dengelenip iyi olması önemli olan, sağlıklı olması.

Sağlıklı, huzurlu, özgür, mutlu hayatlar dileğiyle...

29 Kasım 2010 Pazartesi

SONBAHAR'DA SİVAS

Toprak gerçekten çekiyor.

İster o topraklarda büyüyün, ister büyümeyin, hiç fark etmiyor, toprak bir şekilde çekiyor. İçinizde o toprakların büyüsü, kokusu varsa tabiki...

Annemin, babamın, anneannemin, babaannemin, dedelerimin, amcalarımın, halalarımın doğup büyüdüleri topraklar...onların verdiği nasihatlerle, öğretilerle büyümüşken, onların ninnileriyle, türküleriyle uyuyup onların yemeklerini yiyerek büyümüşken o topraklar nasıl çekmesin beni.



5 yıl öncesine kadar her ne kadar bir köyümüz olduğunu bilsem de orada evimiz olmadığı için gidip gelmezdim. Sadece bir kere 11 yaşındayken gitmiştim, çocuk aklımla bir türlü rahat edemeyip nasıl kaçacağımı şaşırmıştım.

5 yıl önce ailecek karar alındı ve oraya bir ev yapıldı, o evin yapılışı bir dönüm noktası gibi oldu. O ev yapıldıktan sonra, yıllardır gitmediğim köyüme tekrar gittiğimde o zaman daha iyi anladım o toprağa ait olduğumu, o kokuyla bütün olduğumu. Şimdi ise, her fırsatta o toprak beni kendisine çekmek istiyor. Her fırsatta kaçmak istiyorum şehrin gürültüsünden, kalabalığından, samimiyetsizliğinden, pis kokusundan, kirli havasından, o tertemiz ot kokusunun olduğu, ailemin geçmişinin olduğu köyüme.

Kalabalık ailelerde yaşayanlar bilir, bir gün düğün haberi gelir, bir gün doğum haberi, bir gün ölüm haberi. Kimi haber sevindirir, kimi haber üzer, adına hayat denir, geçilir. Üzülsek de sevinsek de üç gün yaşayıp gideceğimiz bir dünyada olduğumuzun farkına varılır bir şekilde.

Sivas'ıma en son gidişim, yine üzücü bir haber vesilesiyle oldu. Kader diyoruz, kısmet diyoruz, Allah'tan hayırlısı hepimiz için. Ama yine de oranın o kokusu var ya, o tertemiz ot kokusunu içime çektim ya, sanki bir başka döndüm buraya. Gelirgelmez hasta olmama rağmen, kendime geldiğimde farkettim ki, belki de o doğa kokusunun sayesinde bu hastalığı da atlattım. Hastalığımda yiyebildiğim üç beş yemeğin hepsi de annemin ellerinden yapılmış köy yemekleriydi.



Hep yaz mevsiminde gitmiştim şimdiye kadar köye, sonbahar'da hiç tatmamıştım tadını. Meğer daha bir güzelmiş bu mevsimde. Güneş batar batmaz buz gibi olan havayla birlikte yakılan sobaları özlemişim. Hele o sobanın içindeki fırında yapılan patatesler...bir patates bu kadar mı keyifle yenir!
Oradaki doğallığı çok seviyorum, her gidişimde büyülenip, tekrar gideceğim günü hayal ediyorum. Kim bilir bir sonraki gidişim ne zaman olacak, bu şehir telaşında, iş güç koşturmacasında kim bilir ne zaman bir daha fırsat olacak.

Yine sonbahar olsun istiyorum. Yazın çok sıcak ve çok kalabalık, kışın çok soğuk, öyle soğuk ki musluklardan su bile akmıyor, hani şu meşhur Sivas soğuğu, insanın kanını donduran.

En güzeli sonbahar'da gitmek, daha sessiz, daha huzurlu, daha özgür...

SİYAH MI BEYAZ MI?

Bir şey ya vardır ya yoktur.

Herşey aslında bu kadar basittir.

Ya var, ya yok.

Yani aslında ya siyah, ya beyaz.

Hani insanlara sorarlar ya “ kendinizde en beğendiğiniz yönünüz nedir” diye. Benim bu soruya verecek birçok cevabım var ama, en çok vermek istediğim cevap, kararlı ve net oluşumdur. Bununla birlikte, kararsız ve net olmayan, belirsiz olan herşey, herkes, her durum beni rahatsız eden en büyük varlıklardır. Bir durum varsa, bir istek varsa, biraz düşünülür, karar verilir ve uygulanır. Bu kadar basit. Gereksiz, boş yere uzayan her süreç, vakit kaybından başka bir şey değildir.

Kararlıyım, her konuda. Belki de kendimi iyi tanıdığım için. Ama en önemlisi bence, ne istediğimi ve ne istemediğimi iyi bildiğim için. Evet ben boş durmadım, 30 senelik hayatım boyunca bir zahmet ne istediğimi, ne istemediğimi belirledim.

Ne istediğim belli
Ne istemediğim belli
Öyleyse sorun ne?
Hiçbirşey
Doğrularımla, yanlışlarımla, zamanın getirdiğine göre yaşıyorum, anlık gereken kararlarımı veriyorum ve ilerliyorum.

Güzel...
Benim için bir sorun yok.
Peki insanlar neden kararsız?
Neden hep gri renklerde dolaşıyorlar?
Neden bu grilikler yüzünden hep söyleniyorlar?
Farkındalar mı acaba, kendi kararsızlıkları, belirsizlikleri, dengesizlikleri, beceriksizlikleri yüzünden başkalarının hayatı etkileniyor?
Şikayet topu gibi yuvarlandıklarının farkında değiller mi?

Hastalıksa eğer bu, başlarım hastalığınıza demek istiyorum, gidin tedavi olun ondan sonra sokaklarda dolaşın!

Bu kadar rahatsız oluyorum gerçekten. Gün geçtikçe büyüyen bir hastalık sanki, mutsuzluk hastalığı gibi kararsızlık hastalığı.
Korku mu?
Bilmezlik mi?
Cehalet mi?
Kendini hala bir çizgiye oturtamamış olmak mı?
Renk körlüğü mü yoksa?

Sevgili güzel insanlar,
Severim sizi bilirsiniz, gayet hümanist bir insanım
Ama sabrımı taşırmayın
Ne istediğinizi bilin
Ne istemediğinizi de bilin
Çalışmak istiyorsanız çalışın, istemiyorsanız çalışmayın
Evlenmek istiyorsanız evlenin, istemiyorsanız evlenmeyin ona göre yolunuzu çizin
Yemek yemek istiyorsanız yiyin, istemiyorsanız yemeyin
Kilo vermek istiyorsanız oturun diyet yapın kilo verin, memnunsanız yemeye devam edin
Şikayet edip durmayın, söylenip durmayın kararsızlıklarınız belirsiz istekleriniz yüzünden
Yazık günah, size de yazık, etrafınızdakilere daha da yazık
Koskoca insanlarsınız. Ya şundadır ya bundadır der gibi, bir kararsızlık yüzünden sayfalar dolusu yazılar yazıp çizeceğinize, saatlerce telefonda konuşup çevrenizdekilerin kafasını şişireceğinize, oturup yarım saat belki de adam akıllı sakin kafayla düşünseniz gerçekten, değerlendirseniz kendinizi, bilseniz ne istediğinizi, o zaman çizeceksiniz yolunuzu. Ha yoldan çekilmesi gerekenler varsa, bir zahmet cesaretinizi toplayıp onları da çıkartacaksınız yolunuzdan.

Yeter ki karar verin.

Yoğurdun ne renk olduğuna karar vermeniz gerekiyorsa, günlerce bunun üzerine vıdı vıdı yapacağınıza, söylenip söylenip kafa şişireceğinize, oturup düşünün karar verin, gerekirse “siyah” deyin. Yeter ki kararlı olun ve kararınızın arkasında durun.

Süründürmeyin kararsızlığınızda, belirsizliğinizde kendinizi de sevdiklerinizi de sevmediklerinizi de...


25 Kasım 2010 Perşembe

Mim var dediler geldim :)

Uzun bir süredir uğrayamadım buralara. Uğrasam bile ancak beş dakikalığına şöyle bir bakıp çıkmalar için geldim gittim, şimdi bir geldim gördüm ki, mimlene mimlene bir hal olmuşum.

Sevgili deepblueagle, holywitch, Lütfi MUTLUER ve ilknur beni mimlemişler. Sağolsunlar varolsunlar. 20 tane sorunun olduğu anket gibi bir şey, eğlenceli olabilir diye düşünerek deniyorum doldurmayı haydi bakalım hayırlısı...

1-En sevdiğiniz kelime: Can
2-Nefret ettiğiniz kelime: Bakarız
3-Ne sizi heyecanlandırır: Seyahat, doğa, müzik. Hele hepsi bir aradaysa tadından yenmez
4-Heyecanınızı ne öldürür: Hastalık gibi zaruri şeyler dışında hiçbir şey öldürmez
5-En sevdiğiniz ses: Ud sesi, kemençe sesi, kuş sesi, kedi sesi
6-Nefret ettiğiniz ses: Ağız şapırtısı (Mesela bu da heyecanımı öldürebilir kısmına yazılabilirdi, o kadar hassasım yani, lütfen şaplatmayın ağzınızı yemek yerken güzel insanlar)
7-Hangi mesleği yapmak istemezsiniz: Çöpçülük
8-Hangi doğal yeteneğe sahip olmayı isterdiniz: 5 oktavlık bir sesim olsa ve yeryüzündeki bütün enstrümanları doğuştan çalabiliyor olsam benden mutlusu olmazdı herhalde.
9-Kendiniz olmasaydınız kim olmak isterdiniz: Müzeyyen Senar
10-Nerede yaşamak isterdiniz: Yazın Sivas-Erzincan bölgesi, kışın Muğla-Aydın bölgesi
11-En önemli kusurunuz: Düşünmek
12-Size en fazla keyif veren kötü huyunuz: Her gün 5 fincan kahve içmek
13-Kahramanınız kim: Süpermen (süpermen süpermen olmak lazım bazeen)
14-En çok kullandığınız kötü kelime: Oha
15-Şu anki ruh haliniz: Huzurlu
16-Hayat felsefenizi hangi slogan özetler: Az laf çok iş (a little less conversation, a little more action)
17-Mutluluk rüyanız: Denizin, doğanın, kuş seslerinin, müzik seslerinin, çocuk seslerinin, huzur-sevgi dolu bir ailenin, dostların bir arada olduğu bir hayat.
18-Sizce mutsuzluğun tanımı: Sevginin, müziğin, güzel bir ailenin, güzel dostların olmadığı, etrafımda bir tek ağacın bile kalmayıp heryerin bina haline geldiği, duyabildiğim tek sesin araba sesleri, kavga sesleri olduğu, çocukların, hayvanların sevilmeyip kötü davranıldığı bir dünyada mutlu olmam imkansız olurdu.
19-Nasıl ölmek isterdiniz: Bu dünyadaki bütün görevlerimi yerine getirmiş bir şekilde
20-Öldüğünüz zaman cennete giderseniz Allah'ın size ne söylemesini istersiniz: Artık dinlenme vakti, huzur içinde dinlenebilirsin güzel kızım.

Ben de birkaç kişiyi mimleyeyim...

Herkese sevgiler, saygılar, kolaylıklar...

7 Kasım 2010 Pazar

GECELER

Atalarımız demiş ki, gündüzün şerri gecenin hayrından iyidir.

Her söyledikleri sözde haklılık payı çok yüksek olan sevgili atalarımız bu konuda da bir bildikleri varmış ki bu lafı etmiş olsa gerek.

Kapkara bir örtü kaplıyor gökyüzünü gece vakti, hiç aydınlıkla bir olur mu karanlık?

Kendimi bildim bileli, karanlık korkum var, yenmek için uğraşmadığım bir korku bu. Uğraşmıyorum evet, çünkü korkmalı insan karanlıktan, normal olanı bu bana göre. Herşeyi gizleyen, örten karanlık...kimbilir ne sırlarla dolu da, içini açıp bakamıyoruz, öyle karanlık ki, bakmak istesek de göremiyoruz...

Öyle tuhaf bir gücü var ki bu karanlıkların, gökyüzünü örtüp gündüzün aydınlığını gönderip milyarlarca insanı uykuya gönderiyor. Kilitliyor adeta hepimizi. Kilitlenmeyenler ne yapıyor peki?

Kronik hastalığı olanların en şiddetli atakları, sancıları, sızıları en çok geceleri depreşir hep. Karanlığın gökyüzüne çökmesi yetmezmiş gibi, bütün vücuduna çöküverir insanın, üstelik zaten hastalıktan canı yanmış, takati kesilmişken bünyenin. Biraz uyuyup dinleneyim, günün yorgunluğunu atıp, ertesi güne zinde uyanayım diye yattığı yatağından, ağrıları, sancıları kaldırır zorla. Saatlerce dua eder, yeni gelen gün aydınlığıyla birlikte sancı çeken bünyeye de bir parça aydınlık getirsin diye.

Örneğin, benim 8 yaşımdan beri eksik olmayan sevgili aftlarım, beni en çok geceleri ziyaret ediyor. Sorunsuz geçirdiğim bir günün ardından, yatağıma yatıp uyuyup dinlendiğimi sandığım bir gecenin sabahında, bir bakıyorum ki 6 tane güzelim aft beni ziyarete gelmiş, en kocaman haliyle. Hani şu ağzında 1 tane çıktığında çoğu insanın günlerce sızladığı, ağladığı, ortalığı birbirine kattığı aftlardan. Gündüzün verdiği enerjiyle, telaşesiyle, koşturmacasıyla, biraz da mecburiyetlerin yarattığı hırsla, o yaraların verdiği acıyı düşünmeden, en azından geri plana atmayı becerip, akşam ediyorum bir şekilde. Amma ve lakin gece vakti gelip odama kapandığımda, işte o zaman yüzleşiyorum onlarla. Bu böyle sürüp gidiyor her ziyaretlerinde...

Bu küçük bir örnek tabiki. Yakınında daha büyük hastalıklarla uğraşanlar bilir, gecelerin ne kadar zor, ne kadar ağır olduğunu o insanlar için.

Sadece hastalık mı?

Bütün çaresizlikleriyle, hüzünleriyle, üzüntüleriyle, acılarıyla, yaralarıyla, ümitsizliğiyle yüzleşir insan, kalbine çöken karanlığın kasvetiyle.

Çaresiz bir aşık en çok ne zaman ağlar, ne zaman en çok yanar içi?

Kafasını yastığa dayadığı anda başlar içindeki acı şiddetlenmeye. Ne kadar yorgun olursa olsun, girmez o gözüne uyku bir türlü.

Kiminin içi acır çekip giden sevdiceğe
Kiminin içi acır ağlatan, üzen, anlamayan sevdiceğe
Kiminin içi acır belki de bırakmak zorunda olduğu sevdiceğe
Kiminin içi acır yıllardır yüreğinden atamadığı, ama karşılık bulamadığı sevdiceğe
Bir güzel sözün yıllarca hayalini kurup, elinde kalan hayal kırıklıklarına
Kiminin içi acır akıp giden yıllara, boş hayallere, yorgun bedenine, ruhuna
Ne sebepten acıyorsa acısın, geçmez o acı, iki göğsünün ortasına yapışır kalır adeta. Ne gözüne uyku girer yorgun bedenin, ne de yaşı diner yorgun gözlerin.

Velhasıl ağırdır geceler, zordur. Adına şarkılar söylenir türlü türlü. Zaten öyle ağırdır ki, ne kağıda dökülen kelimeler, ne ağızdan çıkan sözlerle anlatamaz insan. Şarkılar hissettirebilir bu ağırlığı ancak, gece vakti dilimize takılan umarsız şarkılar...

Doğan Canku'nun en sevdiğim şarkısıdır Gecelerim. Bir yandan bu şarkıyı dinlerken, bir yanda sözlerini de paylaşarak bu geceye nokta koyuyorum, derin, huzurlu uykumla buluşmak üzere...


  
Güneşin alevden saçları
Aşınca karşıki tepeden
Gölgeler sarar yamaçları
Ürkerim gelecek geceden

Bütün dertler beni bekler
Yatağımın başucunda
Esir kalır hep dilekler
Kaderimin avucunda

Teselli etmiyor gönlümü
Ne yıldız ne de ay bu gece
Beklerim hasretle günümü
Yalvarıp göklere her gece  

28 Ekim 2010 Perşembe

OLMAZ İLAÇ SİNE-İ SAD PAREME

Başlığı görünce korkup kaçanlar olabileceği gibi merak edenler de olacaktır illaki. Türk müziği ile ilgilisi olanlar ise mutlaka biliyordur zaten.

Hicaz makamında bir Hacı Arif Bey bestesinin adıdır efendim bu başlık. Hem de ne beste!

Zeki Müren'den dinlersin bir türlü, Behiye Aksoy'dan dinlersin başka türlü, oturur bir de kendin söylersin daha başka türlü. Hani şu dinleyip dinleyip bıkılmayan usta eserler vardır, işte onlardan. 

Ortada böyle muhteşem bir eser mevzu bahisken fazla söze gerek yok, ben bu eseri paylaşmak istiyorum hemen.
Sadece şunu belirtmek istiyorum. Atatürk'ün sevdiği eserlerden biri olduğu için, onun bize hediye ettiği Cumhuriyetimizin 87. yıldönümünü kutluyorken, Atamıza hediye ediyorum ben de bu şarkıyı...





OLMAZ İLAÇ SİNE-İ SAD PAREME
ÇARE BULUNMAZ BİLİRİM YAREME
BAKSA TABİBAN-I CİHAN ÇAREME
ÇARE BULUNMAZ BİLİRİM YAREME

KASTEDİYOR TİR-İ MÜJEN CANIMA
GÖZLERİ EN SON GİRECEK KANIMA
ŞERHEDEMEM HALİMİ CANANIMA
ÇARE BULUNMAZ BİLİRİM YAREME

27 Ekim 2010 Çarşamba

Ödül mutluluğu

Şehir hayatının, iş hayatının bizlere hediyesi olan vakitsizlik hastalığı yüzünden şu sıralar internette çok vakit geçiremiyor olmama rağmen, birilerinin blogumu takip ettiğini bilmek, hatta ödül almak beni çok ama çok mutlu etti.

Öncelikle, geçtiğimiz Cuma http://cimcimeblog.blogspot.com/ adresinde blogların tanıtımını yapıp beni blogunda tanıtan sevgili maydanoz, beni ne kadar şaşırttığını ve mutlu ettiğini anlatmam mümkün değil. Binlerce teşekkür göndermek istiyorum sana...

Veeee ödülüm! 

Dünyanın en tatlı cadısı bana ödül göndermiş, çok mutlu oldum ve gurur duydum. Bir cadı tarafından beğenilmek ayrı bir keyif. Teşekkür ederim holywitch!


Madem ilk ödülümü aldım, ben de ödül dağıtabilirim!

Gelenek icabı, ilk ödüller 15 bloga gönderiliyor ve blog sahipleri haberdar ediliyor.

Seçmesi çok zor da olsa ödüle layık gördüğüm blogları takdim etmeyi bir borç bilirim :)


  1. http://cellocalankedi.blogspot.com/
  2. http://handenincektikleri.blogspot.com/
  3. http://deepblueeagle.blogspot.com/
  4. http://begonvilliev.blogspot.com/
  5. http://www.amsterdamdankartpostallar.com/
  6. http://biradambirkadin.blogspot.com/
  7. http://cerenimben.blogspot.com/
  8. http://birfincankeyif.blogspot.com/
  9. http://melekyigit1990.blogspot.com/
  10. http://cepaynasi.blogspot.com/
  11. http://huzur-enerji.blogspot.com/
  12. http://peritozufotograf.blogspot.com/
  13. http://pelinyucesoy.blogspot.com/
  14. http://evimevimgzelevim.blogspot.com/
  15. http://ilknurdogu.blogspot.com/

Hep birlikte nice yazılar yazıp, ödüllere layık olmayı diliyorum...




19 Ekim 2010 Salı

İSMİNİZ NEYDİ?

Bugün güzel dostumla sohbetimiz sırasında bir şey dikkatimizi çekti, detaylı bir şekilde irdelemeden duramadım.

Daha doğmadan aylar önce annemiz babamız başlıyor düşünmeye, kimileri kitaplar alıyor, listeler yapıyor, kuralar çekiyor, olmuyor karar verilemiyor tekrar kuralar çekiliyor, günümüz teknolojisinde tabiki bir de internetten araştırılıyor. Velhasıl doğacak bir çocuğun ismi, doğmadan önce ailesinin her gün 24 saatini meşgul ediyor. Saatler, günler, aylar süren bu düşünüp taşınmaların sonucunda bir isimde karar kılınıyor ve bir insan hayatı boyunca o ismi kullanıyor.

Koskoca bir ömür dile kolay...

Koskoca bir ömür, bir ismi taşıyoruz.

İsim deyip geçiyoruz. Fakat önemsiz bir şey olsa, bu kadar meşakkatli bir süreçten geçilmezdi isimlerimize karar verilmeden önce.

İnsanlar isimleriyle birlikte büyüyor, isimleriyle bütün oluyor, her yerde o isimle tanınıyor, bu dünyadan göçtükten sonra bile o isimlerle anılıyor.

Ben inanıyorum ki, bu isimlerimizin tek fonksiyonu, sadece kimlik kargaşasını önlemek değil. Öyle olsa, kalem, kağıt, defter, silgi diye de isim verilebilirdi hepimize değil mi?


Hayatımız boyunca birlikte yürüdüğümüz, her saniyemizi birlikte geçirdiğimiz, bir parçamız olan bu isimlerin ciddi bir manevi katkısı olmalı hayatımızda. Kendi gözlemlerime dayanarak öyle de olduğunu düşünüyorum aslında. Mesela, ismi “Melek” olan çok arkadaşım oldu. Hala da var, eksik olmasınlar. Şöyle bir bakıyorum da, tanıdığım bütün “Melek” adındaki insanların pozitif bir ışığı var etrafına karşı. Biraz gizemli olabilir belki, ama pozitif. Hiçbir zaman “Melek” adındaki bir insanın itici, iğneleyici bir karaktere sahip olduğunu görmedim. Genelde huzurlu bir hava gözlemlemişimdir üzerlerinde...Melek gibi olduklarına yönelik bir iddia öne sürmek haddim değil tabiki...hiçbirimiz melek değiliz zira insanız, amma ve lakin, bu “Melek” adının o insanlara kattığı olumlu bir ışık olduğunu düşünüyorum. Hayatları boyunca da o ismin ışığında ilerlediklerine göre, hayatları boyunca diğer insanlara göre biraz daha huzurlu bir ışıkları oluyor...tabi bu benim nacizane, fikrim, gözlemim, bilimsel bir kanıt sunamayacağım önünüze.

İsim bu kadar önemliyken, insanların çocuklarına tuhaf isimler koymalarını anlamıyorum. Hele ki anlamı direk negatif mesajlar veren isimleri hiç anlamıyorum. Saygı duyuyorum tabiki, herkesin bir zevki var nihayetinde. Ama neden olumsuz isimler koyuyoruz çocuklarımıza?

Hıncal” mesela...adı üstünde “hınc al, hıncımızı al, öcümüzü al” diye bağırıyor isim...
Bu hırs niye? Ne bu şiddet eğilimi? Bu ismin sahibi nasıl rahat nefes alabilir diye düşünmeden edemiyorum..Neyseki çok kullanılan yaygın bir isim değil..

Ama çok kullanılan isimler de var. “Savaş” mesela...
Ya niye savaşıyoruz durup dururken kardeşim? 3 günlük dünya değil mi? Neyin savaşı? Niye Savaş koyuyoruz çocuğumuzun adını da en baştan savaşa meyilli yapıyoruz, Barışa meyilli yapmaktansa...ha bir de kardeşi olur bu çocuğun, onun adını Barış koyarlar. Ne kadar zıt halbuki...sonra bu iki kardeş birbirine zıt olunca da “iki kardeş bir türlü geçinemediler birbiriyle, hep didiş hep didiş” diye söylenirler...Başka ne olmasını bekliyordunuz ki?


Velhasıl, yüzlerce örnek verilebilir, herkesin vardır çevresinde buna benzer örnekler, tuhaf isimler, negatif isimler, negatif enerjiler... Ben nacizane, memleketimizde binlerce güzel, huzurlu, saf, temiz isimler varken, hırs dolu, nefret dolu, eziyet dolu, isyan dolu isimler koyulması taraftarı değilim...

Yakınlarda doğacak bebekler adına gündeme getirmek istedim bu konuyu sevgili anne ve baba adayları. Kulağıma fısıldadılar benim “no'lur ablacım söyle de bize güzel isimler koysunlar, eziyet çekmeyelim hayatımız boyunca” dediler...

Benden söylemesi...


18 Ekim 2010 Pazartesi

DUMANSIZ HAVA SAHASI

Güya kapalı alanlarda sigara yasağı başladı da dumansız hava sahasına kavuştuk, insan gibi nefes alabileceğiz gittiğimiz yerlerde diye seviniyorduk, daha doğrusu ben ve benim gibi pasif içiciler seviniyorduk. Acaba gerçekten işe yarıyor mu bu yasak?

Bu yasak daha gelmeden bütün tiryakiler bıdı bıdı söylenmeye başladı. Yok alışveriş merkezine gitmeyiz, yok oraya gitmeyiz, yok bizim özgürlüğümüzü kısıtlıyorlar, yok efendim ne anlamı kaldı cafeye bara gitmenin, yok bizi insan yerine koymuyorlar diye diye kafamızı yediler. Bütün bu bıdı bıdılar sayesinde, bütün sokaklar masa ve sandalye doldu, güzelim yaz günlerinde sokaklarda oturamaz olduk bütün sokağın üstüne çöken duman bulutları yüzünden.

  
Bütün ülkelerde bu böyle mi, yoksa sadece bizim ülkemizde mi böyle bilmiyorum ama sözüm meclisten dışarı, sigara içen insanlar, yakınlarımız, dostlarımız istiyorlar ki herkeşler onlara uysunlar. Mesela 5 kişilik grupta 1 tanesi sigara içiyor “hadi arkadaşlar kahvemizi de dışarda içelim olur mu?” diyerekten hooop 4 tane garibanı da yanında sürüklüyor dışarı. Sonra ne oluyor? Bizim tiryakinin keyfi yerine geliyor, bir elinde kahvesi, bir elinde sigarası, yayılıyor sandalyesine başlıyor muhabbete kakara kikiri. Tabi dışarda onun gibi bir yığın daha içici mevcut, haliyle orada muazzam bir duman sirkülasyonu başlıyor. O dumanlar dans ederekten önce bütün kıyafetlerime işliyor, sonra saçlarımın dibine kadar siniyor, sonra elime, sonra yüzüme, işte tam buradan da ciğerlerime inmeye başlıyor. Ciğerime nüfuz eden ilk dumanla birlikte, boğazıma bir perde iniyor, birkaç sigara sonrasında o boğazdaki perde öksürüğe dönüşüyor, sonrasında beynim fonksiyonlarını yitirmeye başlıyor. Artık ne tek bir laf edesim geliyor, ne orada beş dakika daha oturma isteği. Çok ciddiyim, yoruluyorum, bitiyorum, eriyorum, midem bulanıyor, başım dönüyor, hayattan soğuyorum, insanlardan soğuyorum o anda resmen. Tabi benim neşeli hallerime alışkın olan tiryaki arkadaş başlıyor bu sefer “ne oldu kuzum nen var, bişeye mi canın sıkkın” sorularına...

Ya ben şiddet yanlısı bir insan değilim, bilakis karşıyım ama o anda var ya kafasına ne bulursam geçirmek, her türlü şiddeti uygulamak istiyorum bu tiryaki arkadaşa...Desem ki, hadi içeri geçelim ben sigaradan rahatsız oluyorum, aman yarabbi başlarlar bu sefer “kılsın sen, bir daha takılma bizimle, evine de gelmeyiz senin rahat rahat nefes al sen, bir sigaramıza bile katlanamıyorsun senden arkadaş mı olur” tipindeki alıngan tribal cümlelerine...sadece arkadaşlar mı bunu yapıyor? Tabiki hayır, sigara içen babanızsa, annenizse, sizden büyük bir yakınınızsa karşınızdaki, ölümlerden ölüm beğen. Beş dakika içinde dünyanın en hayırsız evladı, en lanet arkadaşı ilan ediveriyorlar insanı, maazallah bir tane sigaraları için “gık” dersek eğer...Velhasıl, alınganlık doruk noktasında bu sigara tiryakilerinde...onlar fosur fosur dumanlarını tüttürecek, etraflarına da sevdikleri insanları toplayacak, ama bu sevdikleri insanlar, öksürmeyecek, tıksırmayacak, gık demeyecek, dumanı eliyle uzaklaştırmaya çalışmayacak, bir sigara keyfi var insancağızların, bozmayacak o keyfi, özgürlüklerini kısıtlamayacak...


Ya pardon, kim kimin özgürlüğünü kısıtlıyor? O özgürlük diye bık bık savunduğunuz, elinizden bırakamadığınız zıkkım yüzünden dünyada kaç kişi ölüyor her gün? Hadi içenler bunu göze alarak bilinçli bir şekilde içiyor da, içmeyenlerin ne günahı var? Neden pasif içicilikten insanlar ölüyor?

Nefes alamıyorum arkadaşım, daha ötesi var mı? Hassas deyin, kıl deyin ya, sizin kıllık anlayışınızla, tribal bıkbıklarınızla uğraşamıcam.

Ben nefes alamıyorum bu dumanda, nefes diyorum nefes, yaşamamızı sağlayan şey hani... sizin sigaralarınız yüzünden bütün gece öksürüp öksürüp sabaha kısılmış bir sesle uyandığımda, en büyük keyfim olan şarkılarımı söyleyemiyorum mesela, insanlarla konuşurken iğrenç bir sesle konuşmak zorunda kalıyorum. Siz içe içe nefes borunuz, ses telleriniz, ciğerleriniz alışmış iyice, ne sesiniz kısılıyor ne başka bişey oluyor maşallah, olan etrafınızdaki pasif içicilere oluyor, siz de karşılığında biraz kendinizi suçlu hissedeceğinize, hem suçlu hem güçlü modunda, alınganlıklar, tripler, küsmeler, amaan binbir türlü saçma şeyler yapıyorsunuz.



  
Aslında en büyük zarar size oluyor tabi, gencecik yaşta kanserle boğuşmalar, kalp krizleriyle ölümden dönmeler... Size olan etkisi, direk öldürücü oluyor, pasif içicilerse sürünüyor, siz keyif alacaksınız diye ne yedikleri yemekten, ne içtikleri kahveden, ne ettikleri sohbetten keyif alıyor. Ha bir de gencecik yaşta ölümcül hastalıklara yakalanıyorsunuz, gene o pasif içiciler başınızda oturup ağlıyor...ileri dozdaki pasif içicileri de kanser, kalp krizi, ölüm senaryolarının beklediğinden ayrıca bahsetmek istemiyorum.

Burada kimseye sigaranın zararlarını anlatmak, sigarayı bırakın tarzı nutuklar atmak istemiyorum. Kim ne yaparsa yapsın, ölmek istiyorsa da ölsün, yapacak bir şey yok. Ama lütfen biraz anlayış, biraz saygı ey tiryakiler! Lütfen ya! Yalvarayım mı artık? Ha gerekirse onu da yaparım. Yeter ki insan gibi nefes alabileyim. Lütfen, rica ediyorum, sigara içmeyen insanların yanında içmeyin şu zıkkımı, evlerine gittiğinizde, arabalarına bindiğinizde “sigara içebilir miyim” diye sorup, “dışarıda içebilirsin” cevabı aldığınızda küsmeyin, alınmayın lütfen, alınacaksanız eğer sormayın. Sigara içmiyorsa vardır bir bildiği de içmiyordur. Evinde, arabasında, etrafında sigara içilmesinden keyif alıyor olsaydı, kendisi içerdi zaten değil mi? O kadarcık zekası vardır heralde bu insanların?

Yemeğe mi gittiniz, tavla oynamaya mı gittiniz, kahve içmeye mi gittiniz, canınız tam oyunun ortasında sigara mı istedi? Bir mola isteyin arkadaşınızdan, kardeşinizden, her kimse artık karşınızdaki...gidin dışarıda kendiniz gibi tiryakilerle birlikte için sigaranızı, sonra oyununuza, kahvenize, yemeğinize geri dönün...siz de mutlu olun karşınızdakinin de keyfi kaçmasın...


Kimse size içmeyin demiyor. Bakın sokaklarda içmek serbest. Onun bile yasak olduğu ülkeler var. Ama siz sigara içip keyfe geleceksiniz diye, yanınızda sürüklemeyin herkesi sokağa...zira sokaklarda dolaşmak bile işkenceye dönüştü dumanlarınız yüzünden.

Bir de çok büyük bir ayıp var ki, benim dilim varmıyor söylemeye, elim varmıyor yazmaya ama küçük bir not halinde belirtmeden de edemicem...
Birçok kapalı mekanda yasak işlemez olmuş, şaştım kaldım. Gittiğim birçok yerde şahit oldum fosur fosur sigara içildiğine ve çok moralim bozuldu. Kırk yılda bir, keyif almak için yemeğe gidiyorum diyelim bir yere, sigara içilmiyor diye güzelim havada bile içeride oturmayı tercih ediyorum ama bir de ne göreyim, o çok sevdiğim dumanlar içeride!!! Hem para vericem, hem keyif almıcam, hem öksüre öksüre eve dönücem, hem bütün kıyafetlerimi bir hışımla vernel eşliğinde yıkıyacam kokusu gitsin diye, saçlarımı en keskin kokulu şampuanlarla yıkıyacam...

offf şimdi darlandım işte, bu ne lan, içim sıkıldı, labirent mübarek, her yer duman altı, her yer çıkmaz sokak! bütün düşüncesiz sigara tiryakilerini uzaya gönderme hayalim canlandı yine...koyacaksın bir uzay mekiğine hepsini, ateşliyeceksin, sonra vınnnn uzaydalar. Ver elini yerçekimsiz ortam, ver elini özgürlük, ver elini özgürce sigara içmek, külünüzün düşme problemi de kalkar ortadan, vallahi mis gibi mis!

Hakkatten ya, uzaya gidin uzaya! Siz de rahat edin biz de rahat edelim!

Oh be dünya varmış!!!

12 Ekim 2010 Salı

KANSER



Ne kadar ürkütücü bir kelime öyle değil mi? Tüyleri diken diken oluyor insanın bu kelimeyi duyduğu zaman. Üstelik bu kelime bir hastalığın adı. Amansız hastalık... 21. yüzyılın başbelası...Kanser...adı da ürkütücü, kendisi de ürkütücü amansız hastalık.


Bu ay kanser ayı. Herkes bir şekilde bu konudaki hassasiyeti gündeme getirmek için çeşitli aktiviteler yapıyor. Feysbuk'ta, twitter'da iletiler paylaşılıyor, kadınlar kendi aralarında oyunlar oynuyor. Oynanan oyunları, paylaşılan mesajları kimileri saçma buluyor karşı çıkıyor, eleştirmeyi tercih ediyor. Yapılan bu aktivitelerin saçma ya da klişe olmasının bir önemi yok aslında. Önemli olan bir şekilde bu illet hastalığı gündemde tutmak, bu hastalığı birebir yaşamış insanlara ve hasta yakınlarına bir nebze de olsa destek olurmuşcasına ışık göndermek, moral göndermek belki de. Oyunu beğenmeyen başka bir şey de yapabilir kendi yaratıcılığını kullanırak ne bileyim işte, istedikten sonra yapılacak şey her zaman vardır.

Yaşamadan anlamaz kimse kimseyi hiçbir konuda, zordur da zaten deneyimlemeden bir şeyi canlandırması insanın. Hele ki kanser konusunda... Bunu ilk 11 yıl önce annemin kanser olduğunu öğrendiğim gün anlamıştım. 18 yaşında bir çocuk için anlaması daha da zor birşeydi üstelik. Küçükken “Pazar Konseri” adıyla yayınlanan, şimdi bayılarak dinlediğim Senfoni Orkestrası konserlerine “Pazar Kanseri” diyerek dalga geçiyorduk. Kanserle ilgili de tek deneyimim, tek bildiğim şey buydu. Ama özet olarak bildiğim şey, kötü ve korkutucu bir hastalık olduğuydu. Ve küçücük, fındık kadar bir sertlik yüzünden kontrole gittiğimiz doktorun istediği acil tetkikler sonucunda iki-üç haftalık bir zaman dilimi içerisinde adını koydukları teşhisti kanser. Bunu anlatmak, ifade etmek o kadar zor ki. Ne desem de o anı bir parça ifade etsem diye düşünüyorum, bulabildiğim tek kelime donup kalmak. Donup kaldım adeta, o delikanlı yaşımda, kanım dondu, beynim dondu, elim ayağım dondu, bütün hücrelerim dondu.

Hiçbir ağrısı sızısı yoktu üstelik annemin. Sadece sol memesinde fındık kadar bir sertlik vardı, televizyonlarda doktorlar bangır bangır ihmal etmeyin mutlaka kontrol ettirin diye bağırdıkları için onun bu küçücük şey için doktora gidilir mi şeklindeki itirazlarına rağmen kolundan tuttuk ve götürdük. Gidiş o gidiş. Tek tesellimiz güvenilir doktorların elinde olduğumuzdu. Hızlı bir şekilde bütün tetkikler yapıldı, kanser teşhisi kondu, üstelik gayet de ilerlemiş meret, bütün memeyi ve koltukaltı bezlerini acil bir şekilde komple ameliyatla alıp, sonra da ağır bir kemoterapi süreci başlatmaları gerekiyordu.


İnsan ne yapacağını şaşırıyor işte o anda. Önce bir güzel kendini kapalı odalara kapatıp ağlıyor tabi olayın şokunu atlatana kadar. Şoku bir parça atlattıktan sonra ise, yaşanacak süreci gözünde canlandırıp nasıl altından kalkacağız, nasıl başedeceğiz, başedebilecek miyiz, kemoterapilerle yarı ölü hale gelmiş anneye hem fiziksel destek vermeye çalışıp, hem moral verebilecek miyiz, bu kadar stres, üzüntü, yorgunluk ve şaşkınlıkla birlikte devam etmesi gereken hayatımıza da bir yandan nasıl devam edeceğiz gibi yüzlerce soru geçiyor kafalardan. Sorular geçe dursun, süreç yaşanmaya başlıyor istesek de istemesek de...

Şükürler olsun ki anneciğimin inatçı ve hırslı karakter yapısı, bu süreçte işimize yaradı. Evet 1 yıl boyunca neredeyse yarı ölüydü, ağır kemoterapi seanslarından sebep. Her kemoterapi seansından sonra en az bir hafta yemeden içmeden kesilmiş bir şekilde kusuyordu ve uyuyordu sadece. Tam biraz yemek yemeye başlayacak derken, öbür seans geliyordu hooop tekrar yatış. Bu yüzden diyorum yarı ölüydü diye...

Kaybettiği bir göğsüne, 41 yaşında tedaviler yüzünden mecburen erkenden girmiş olduğu menopoz sürecine, onu bitkisel hayata sokan kemoterapi seanslarına, yakın çevremizde aynı dönemde iki aile dostumuzu aynı hastalıktan kaybetmiş olmamızın üzüntüsüne rağmen, annem pes etmedi. En önemli şey de buydu zaten. Psikolojik savaş... Bu inatçı ve azimli kadın beyniyle, inancıyla birlikte savaştı bu kanser denen illetle. Eğer onun bu savaşı olmasaydı, biz istediğimiz kadar kendimizi yırtalım bir işe yaramazdı.

Bu sürecin bana kattıkları ise, erken yaşta hayatın sorumluluklarını almak oldu. Ufak tefek şeylerden hatta birçok şeyden şikayet etmenin ne kadar saçma bir şımarıklık olduğunu deneyimlemek oldu. 3 – 4 saatlik uykuyla yaşanabileceğini öğrenmek oldu, zira İzmit'te yeni başladığım üniversite eğitimine devam etmem gerekiyordu bir yandan. Sabah 6'da kalkıp trene binip, akşam koştura koştura Maltepe'deki evime geri dönüp, belki annem bir parça yiyebilir diye telaşla mutfağa girip yemek yapmak...kendi karnımızı da doyurup, etrafı temizleyip toparlayıp, biraz anneyle ilgilendikten sonra odaya kapanıp ödevlerle boğuşmak. Hem de ne boğuşmak. Sabahın 3'üne kadar hala bitmeyen raporları unutmam ne mümkün. Evet zor bölüm kimya mühendisliği, buradan yeri gelmişken onu da belirtmek istedim :)

Bir de insan güzel bir aileye ve aile dostlarına sahip olmanın kıymetini anlıyor bu süreçte. Çünkü insanın gerçekten yetişemediği, çaresiz kaldığı o kadar çok an yaşanıyor ki, işte o anlarda eğer ikinci bir el uzatacak bir yakınınız daha varsa etrafınızda ne mutlu size. Biz şanslıydık ki vardı. Yeri geldi ben okuldayken hiçbir kan bağımız bile olmayan komşularımız ilgilendi annemle, yeri geldi ben evi süpürürken sesleri duyan komşumuz geldi kapıyı çaldı bana yardım etti, birisi geldi sıcak çorba getirdi, yeri geldi teyzem evinde kendi elleriyle baktı anneme...bu süreçte yanımızda olan, herkese minnetarım ve binlerce kez teşekkür etmek istiyorum...  



Velhasıl zor bela bu kanser denen illet. Biz bir şekilde atlattık şükürler olsun. Geriye de bizlere kazandığımız deneyimler kaldı...İçinde bulunduğumuz bu kanser ayı münasebetiyle, bu hastalıkla baş etmek zorunda olan, yakınlarını bu hastalıktan kaybetmiş olan herkese sabırlar dilemek istiyorum. Tıp giderek alternatif çareler buluyor, şimdiki tanı ve tedavi yöntemleri on yıl öncekinden çok çok daha gelişmiş. Umuyorum ki bir on yıl daha geçtiğinde adını duyduğumuzda ürkmediğimiz basit bir hastalık olsun.

Kansersiz günler dileğiyle...