3 Eylül 2013 Salı

Uçtu Uçtu Kuş Uçtu

Bunca zamandır sürekli o şehir senin bu şehir benim seyahat ediyorum ama şimdiye kadar hiç bir uçuşu kaçırdığım olmamıştı. Son dakikada yakaladığım zamanlar olmuştu ama ilk defa bugün saçmasapan bir trafik yüzünden kaçırdım sonunda. En sinir bozucu tarafı da, gideceğim mesafenin altı üstü Maltepe'den Sabiha Gökçen Havalimanı oluşu. Bu mesafe normalde 15 dakikadır. Malum Anadolu yakasında trafik bile olsa taş çatlasın yarım saatte ya da 40 dakikada giderim diye düşünürsün Maltepe'den Sabiha'ya. Fakat 1.5 saatte gitmek nedir, nasıl bir olağanüstü durumdur anlamış değilim!!!
Sabah 9.20 uçağı için uçuş kartıma varana kadar internetten almışım bir güzel, o yüzden evden rahat rahat çıktım 8'de. Normal şartlarda erken bir saat. Ama o da ne E-5 kilit. Varabildiğim ilk sapak noktası Kartal kavşağı idi, sapayım da otobana gideyim bari dedim. Sapmaz olaydım. Otoban kilit. Saat zaten 9 olmuştu ben otobandayken. Ama bir ümit belki uçak rötar yapar filan diyerek gittim havalimanına. Arabayı verdim valeye bir hışımla. Sonra koştur allah koştur. Kapıyı da mübarek terminalin en ücra köşesine vermişler. Uzun zamandır böyle koşmamıştım. Nefesim kesildi koşmaktan. İki hafta önce ameliyat olduğum yumurtalığımın adeta yerinden oynamaya başladığını hissettim. Kapıya vardığımda zaten derin bir huzura erdim. Kapı kapanmış ve kapı görevlileri bile olay mahalini terketmiş. Tam o sırada diğer kapılardan birinde boardinge yeni başlayan başka bir izmir uçuşu gördüm. Sonra tekrar koşmaya başladım, Pegasus satış ofisi istikametine. Ama yok efendim bilet satışı kapandı artık dediler. Bir sonraki en erken uçuş da öğlen 1.30'ta. Ben yapmışım zaten günübirlik program, neye yarar o saatten sonra gitsem izmir'e. Lanet olsun dedim tıpış tıpış döndüm eve. Bu saat oldu hala sancım var, karnım bir yandan bacaklarım bir yandan ağrıyor. Her şerde bir hayır vardır illaki ama bu İstanbul tarfiğinin hayırlı bir tarafını görmüyorum ben. Sabır törpüsü mü desem ömür törpüsü mü desem ne desem bilemiyorum. Ya sabır diyerek geçiştiriyoruz her günü...

2 Eylül 2013 Pazartesi

Gökçeada'da İki Ayrı Dünya


30 Ağustos'un Cuma gününe denk gelmesini fırsat bilenlerdendik biz de bu yıl. Uzun zamandır memleket ziyaretleri haricinde aile ile bir arada tatil geçirmemiştim, o yüzden hastalıkla uğraşarak geçen bir yaz mevsiminin sonrasında iyileşmeye başlamış olmamı da kutlama bahanesiyle ailecek birkaç günlük bir kaçamak yapalım dedik. Rotamızı da Gökçeada'ya çevirdik.

11 yıl önce yine ailecek gitmiştik Gökçeada'ya. Tabi o zamanlar gittiğimizde şimdikine göre bomboştu ada. Biz ilk gittiğimizde adanın her yerini iyice gezdiğimiz için, bu sefer kısıtlı zamanımızı belli başlı yerlerde geçirme kararı aldık.

Tabiki adaya gitmekteki öncelikli amacımız denize girmekti. O yüzdenin adanın en güzel yerinden denize girmek lazımdı. Daha önceki deneyimimize de dayanarak adanın "Gizliliman" denilen güneyinde ve en batısındaki yerine gittik o yüzden. Burası Türkiye'nin de en batı noktasıymış aynı zamanda.

Gizliliman'a Uğurlu köyü işaretlerini takip ederek ulaşılıyor. Önce Uğurlu'ya gidiyoruz oradan sonra limanı solumuza alarak önümüzdeki tepeyi dar ve virajlı yolundan tırmanıyoruz. Tepeyi tırmanıp aşağıya inmeye başlayınca pırıl pırıl ve çarşaf gibi denizi ile upuzun bir sahil bizi karşılıyor. İşte bu sahilde denizin keyfini çıkarmak için onca yol gidiliyor. Ama denize ayağınızı değdirdiğiniz anda anlıyorsunuz ki o yolculuğa değiyor.

Önceki gidişimizde de yine burada girmiştik denize. Bakir bir koy olduğu için hiçbir tesis yoktu, o yüzden kendi şemsiyemizi götürmüştük. Şimdi ufak bir tesis gibi bir şey var, fakat yine şemsiye-şezlong tarzı şeyler yok. Yine herkes kendi şemsiyesini kendisi götürüyor. Zemin ince bir kum olmadığı gibi büyük taşlar da yok. Minik minik yapışmayan taşlar var. O yüzden havlunuzu serip rahatça uzanabiliyorsunuz. Genelde rüzgar da olduğu için güneşin altında da rahatça durabiliyorsunuz. Kum olmaması o açıdan da iyi oluyor. Yoksa o rüzgarda uçuşan kumların içinde ne oturabilir ne de yatabilir insan.

Biraz sıcaklamaya başlayınca atıyorsunuz hemen kendinizi önünüzdeki denize. Ama ne deniz....Bozcaada'daki gibi girdiğinizde kafanızı donduran bir soğukluk yok buranın denizinde. Tam ideal sıcaklıkta. Zaten denize girdikten birkaç metre sonra derinleşiyor. Gözlüksüz girmemenizi tavsiye ederim. Zira sizinle birlikte yüzen balık kümelerini izlemek de ayrı bir keyif. Ameliyat nedeni ile ara verdiğim yüzme aktivitesinin acısını  iyice çıkardım ben bu deniz sayesinde. Biraz yoruldum haliyle. Ama değdi. Kendimi şimdi daha da bir yeniden doğmuş gibi hissediyorum. 

Deniz mükemmel, sıcaklık mükemmel, kum mükemmel, rüzgar mükemmel derken dikkatimi çeken bir ayrıntıyı paylaşmadan edemicem. Biz bu koyu yıllar önce keşfettiğimizde, bize en yakın oturan grup ile aramızdaki mesafe abartmıyorum en az 300 - 400 metre gibi birşeydi. Çok sakin olduğu için haliyle kapalı teyzeler filan rahatça denize girebilmek için buraya geliyordu. Hatta biz de annemi ilk defa burada denize girmesi için ikna edebilmiştik. Şimdilerde tabiki sahil daha kalabalık. Size en yakın oturan grup ile aranızda 5-10 metre vardır en fazla. Grupların çoğunluğunu şöyle bir izlediğimizde biz kendimizi farklı bir ülkede gibi hissettik doğrusunu söylemek gerekirse. Sanki Kuzey Afrika'da bir ülkeye tatile gitmiş bir turist gibi hissettik. Böyle hissetmemizin bir sebebi vardı tabiki. Denize giren kadınların neredeyse %70'inden fazlası haşema giyiyordu. Yıllar önce gittiğimizde haşema denen şey henüz çıkmamıştı sanırım. Bikini giymek istemeyen ablalar, teyzeler, uygun bir kıyafetle giriyorlardı denize ve keyfini çıkarıyorlardı. Ama malum, tesettür akımı ile birlikte haşema akımı da beraberinde geldi ve geçen yıllar içerisinde bu sahil bu akımın öncülerinin buluşma noktası olmuş adeta. Tabi sadece haşema değil dikkat çeken. Grupların bütünü ve yaşayış tarzı dikkat çekiyor. Bizler güneşten korunmak için birer şemsiye ile idare ederken, bu gruplar, büyük çarşaflarla kendilerine çadır gibi saklanma alanları yapıyorlar ve ailecek bu çadırların içerisinde saklanıyorlar. Neyden, kimden, neden saklanıyorlar sorularının cevapları benim anlayabileceğim şeyler değil açıkçası. Hacı olan annem ve babam bile bu soruların cevaplarını anlayabilmiş değil ayrıca. Böyle mutlu ve rahat hissediyorlarsa böyle yaşasınlar, ben bundan hiç rahatsız olmam. Fakat arada şu düşünce aklıma geliyor. Demek ki bu grupların başındaki adamlar, bikinili kadın görünce  aklını yitiriyor ki hem kendileri hem kadınları köşe bucak saklanıyor. Madem öyle, neden bu adamlar gözlerini bağlamıyor? Böylesi daha kolay olurdu sanırım, onca kadını sarıp sarmalayıp saklamaktansa...

Benim hayatıma kimse müdahale etmediği sürece hiçkimsenin hayatından rahatsız olmadığım ve asla müdahale etme isteği bile duymadığım için ben burada da huzur içinde denizin keyfini çıkardım, şükürler olsun. İyileşiyor olmama şükrettim denizin sonsuzluğuna kucak açarak. Saatlerce yüzdüm, kulaç attım, yoruldum, arada denizin ortasında uzandım dinlendim, sonra yine yüzdüm, balıkların güzelliğini izledim ve defalarca şükrettim bunu yapabildiğim için. Hala da şükrediyorum...

Gelelim konaklama kısmına. 
Gökçeada malum çok büyük bir ada. Genel olarak da dağınık bir ada. Belli başlı köyler adanın farklı bölgelerine yerleşmiş. Genelde de köyler denizden uzak aslında. Denize yakın olan köylerden biri Uğurlu köyü. Hatta burada ucuz pansiyon ve apartlar mevcut. "Onlar" ve "Bizler" ayrımını deniz kenarında gördükten sonra bu köyde iyice hissedebiliyorsunuz. Ayrımcılık yapmak değil niyetim. Ama bu köy tanım yapmam gerekirse "İslami" bir köy. Şöyle bir beş dakika dolaşmanız yeterli bunu anlamak için. Eğer siz de bu tarz bir tatilden hoşlanıyorsanız burada kalmanızı öneririm. Fakat benim ve ailemin tatil anlayışı biraz daha farklı. Dedim ya, annem babam hacı olmalarına rağmen farklı bir dünya gibi orası bizim için. Biz bu yüzden adanın diğer ucunu tercih ettik. Kaleköy adındaki diğer sahil köyünde konakladık. Burası Uğurlu'nun aksine cıvıl cıvıl bir yer. Ufak bir sahil kasabası aslında ama İstanbul'lular epeyce bir doldurmuştu tatili fırsat bilip. Konaklayabileceğiniz butik otel, apart, pansiyon tarzı birçok yer mevcut Kaleköy'de. Biz bu yıl hizmete açılan Gökçeada Bağ Evleri nde bir ev kiraladık. Beş kişi çok rahat ettik evimizde. Evin sahibesi Şefika Hanım sağolsun misafirperverliğiyle çok memnun etti bizi. Bir daha gidersem yine gidip kalabileceğim bir yer, o yüzden gönül rahatlığı ile tavsiye edebilirim. 

Evde kaldığımız için kahvaltımızı kendimiz hazırladık. Kaldığımız evin bahçesindeki domateslerden ve biberlerden toplayıp yedik kahvaltıda. Akşamları ise yemek yiyebileceğiniz birçok restoran var köyün sahilinde. Arada gitar çalıp şarkı söyleyen gençlerin sesini de duyunca kıpır kıpır oluyor insanın içi, işte o zaman farklı bir dünyada olduğunu anlıyor.

Bu arada Kaleköy'ün denizi içinde bulunan liman ve alanın kısıtlı oluşu yüzünden yüzmeye elverişli değil. Zaten denize girilecek yeri yok. Orduevinin önünde plaj varmış sanırım eskiden, ama o bölgeye akan pislik yüzünden plaj kapanmış. Fakat köye yakın Yıldız Koyu diye bir plaj var. Yürüyerek 15-20 dakikada gidilebiliyor. Yürümem derseniz araba ile de gidebilirsiniz. Burası oldukça ufak bir sahil. Oturup bir şeyler içebileceğiniz bir iki tesis var. Bir de kırık şezlongları kiralamaya çalışan bir çocuk var :) Buranın denizi de fena değil, ama yüzdükçe ve denizin dibine baktıkça daha bir marmara denizi'ndeymişsiniz gibi bir hissiyat veriyor. Zaten Gizli Liman'ın denizinin tadını aldıktan sonra adanın başka bir yerinde denize girmek istemiyorsunuz. Her ne kadar uzak ve farklı bir dünya olsa da...