Huzur etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Huzur etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Kasım 2019 Çarşamba

X Eşittir Y!

Neden geldin?

En son Eylül ayının başlarında gittiğim Varşova’dan geçtiğimiz hafta İstanbul’a geldiğimden beri en çok duyduğum sorunun bu olmasına çok şaşkınım. 38 yıllık memleketime gelmek için insanlara açıklama yapmam gerekeceği hiç aklıma gelmemişti daha önce. Hoş açıklama yapmıyorum zaten orası ayrı. Ama ben açıklama yapmadıkça, insanların merakı daha da artıyor sanırım.

Merak edenlerin merakını gidereyim. Rakı içmeye geldim canlarım. Şöyle taze taze mezelerin olduğu güzel bir sofra, sofranın etrafında da kadeh tokuşturabileceğim birkaç dost. İşte bu kadar!

Ah be canlarım, ne meraklısınız o ninelerinizden miras kalan ve hiçbir hayrını görmediğiniz kalıplara sıkı sıkı tutunmaya. Eski püskü x eşittir y denklemleriyle doldurmaya bayılıyorsunuz beyinlerinizi. Ama bir şey diyeyim mi, daral geliyor bana o eski denklemlerden. Çünkü bana yeni yollar gerek. Yeni “x eşittir y”ler gerek.  Öyle çok önemli bir insan olmam da gerekmiyor. Önemli bir insan olup sıradan bir yol yürümektense, sıradan bir insan olup farklı yollar yürümek daha fazla şey katıyor bana. Ama hem sıradan bir insan olup hem de sıradan bir yol yürümek intihardan başka bir şey değil bana sorarsanız. 

Basit bir sorudan ta nerelere geldik. Hepi topu neden geldiğimi soruyor insanlar. Ama bence o kadar da basit değil işte! Çünkü insanlar diyor ki, sen yurt dışına gittiysen orada kalacaksın, senede bir kere ya da bilemedin en fazla iki kere gelip aileni görüp tatilini yapıp gideceksin. Ben öyle yapmadığım için onların zihinlerini rahatsız ediyorum. Çünkü x eşittir y hata veriyor, denklem bir türlü denkleşmiyor. 

Bu kadar sık gidip geldiğine göre zengin olmalı diyorlar herhalde. Halbuki aldığım bir uçak bileti onların aylık sigara ve kuaför masrafı belki de. Ya da kocasıyla arası mı bozuldu acaba diye merak ediyor olabilirler. Bilmiyorlar ki arada bir gidip gelince özlemenin tadı ne güzel. Hem özlediğin memleketine doyuyorsun hem sevdiceğini özleyip döndüğünde ona daha sıkı sarılıyorsun. Bir taşla iki kuş. Hem de hayatını basma kalıplara göre şekillendirmiyor olmanın özgürlüğünü yaşıyorsun o da üçüncü kuş. Hatta benim için en önemlisi bu üçüncü kuş sanırım. İçine sığamadığım kalıpları delip geçme fırsatı. 

Hayatta elbet x eşittir y denebilecek zaruri durumlar da var. Ama bu zaruri durumlar haricinde x olabilir y türü eşitliklerin sayısının çoğalması, hayatı daha mutlu yaşama ihtimalimizin de artmasını sağlıyor bence. Ne kadar çok x eşittir y, o kadar çok basma kalıp ve bu demek ki o kadar sana ait olmayan bir hayat demek. Başkalarının dayattığı denklemleri uyguladığın bir hayatta ne kadar mutlu olabilirsin ki? 

Ben ancak kendi denklemlerimi kurmaya başladığım günden beri yaşıyor hissediyorum kendimi. Öncesi sanki başkalarının hayatı gibi geliyor geriye baktığımda. X olabilir Y dediğim günden beri zihnimin tüm hücrelerine yayılan esneklik, hayatımın her noktasını esnetip genişletti. Yaşadığım müddetçe de esnemeye devam edecek. Köhnemiş denklemleriniz sizin olsun, ben zihnimi kirleten tüm x eşittir y lerle savaşmaya devam edeceğim ve hepsinden arındığım gün hayatımı daha genişlemiş daha özgürleşmiş bulacağım! 







26 Mart 2017 Pazar

Zaman'a Teslim Olmak

Zaman…
Hani şu her şeyin ilacı olan...Doğruymuş. 
Zamanın akışına olduğu gibi bıraktığın zaman kendini, hayat da akıyormuş bir şekilde. Daha huzurlu, daha dingin, daha farkında olarak her şeyin.

Öğrendim bunu en sonunda. Her ne kadar ilk başlarda bir o yana bir bu yana savrulsam da, 36 yaşıma yaklaştığım şu günlerde artık kendimi bütünüyle zamanın egemenliğine bıraktım. Artık inatlaşmıyorum onunla 20’li yaşlarımdaki gibi.  Geç kalmışım, henüz erkenmiş gibi endişeler yok artık. Önüme ne sunarsa o var. Uçsuz bucaksız masmavi bir denizin engin sularına bırakır gibi bırakıyorum kendimi zamanın kendi bildiği gibi ilerleyen akışına. Bilmiyorum yarın beni nereye götürecek. Önemli değil. O biliyor nasıl olsa. Patron o. Alıp götürecek beni olmam gereken yere, yapmam gerekenleri yapmam için. Üç gün sonra beş gün önce olmasının bir ehemmiyeti yok. Doğru zaman diye bir şey var bunu da öğrendim. Sen istediğin kadar diren zamana karşı, o doğru zaman denen şey kapına dayanmadan ilerlemiyor yelkovan. Çırpındığınla, yıprandığınla, etrafını yıkıp geçtiğinle kalıyorsun direndiğinde.

Şuraya yazmadığım iki yıl içerisinde hayatımda olup bitenin haddi hesabı yok. Önce biraz sevinç, tatlı telaşeler, sonra biraz üzüntü, sonra biraz daha büyük acılar derken duygusal yoğunluğu yüksek günler içerisinden geçip, kendimi kollarına bıraktığım zamanın akışında yine sağa salim yürümeye devam ediyorum. Hayat her geçen gün kendimle daha fazla baş başa kalacağım, daha fazla tek başınalığı deneyimleyerek yalnızlığımla barışmamı sağlayacak bir şekilde ilerledi. Kendimi tanıyıp yalnızlığımla barışınca daha iyi anladım tüm gençlik hatalarımın, geçmiş korkularımın sebebini. 

Büyümek bu olsa gerek. Yoksa olgunlaşmak mı? Aslında zamanın her birimizin önüne sundukları büyüyüp olgunlaşmamız için gerekli bir mücadele mi? Sanırım evet. Teslim olduğunda mücadeleden sağa salim çıkabiliyorsun ancak. Teslim olmadığında ise, bir o yana bir bu yana savrulurken kaybolmuş buluyorsun kendini. Issız bir ormanın ortasında nereye gideceğini bilmezmişçesine çaresiz, korku ve endişe içinde…

2 Eylül 2013 Pazartesi

Gökçeada'da İki Ayrı Dünya


30 Ağustos'un Cuma gününe denk gelmesini fırsat bilenlerdendik biz de bu yıl. Uzun zamandır memleket ziyaretleri haricinde aile ile bir arada tatil geçirmemiştim, o yüzden hastalıkla uğraşarak geçen bir yaz mevsiminin sonrasında iyileşmeye başlamış olmamı da kutlama bahanesiyle ailecek birkaç günlük bir kaçamak yapalım dedik. Rotamızı da Gökçeada'ya çevirdik.

11 yıl önce yine ailecek gitmiştik Gökçeada'ya. Tabi o zamanlar gittiğimizde şimdikine göre bomboştu ada. Biz ilk gittiğimizde adanın her yerini iyice gezdiğimiz için, bu sefer kısıtlı zamanımızı belli başlı yerlerde geçirme kararı aldık.

Tabiki adaya gitmekteki öncelikli amacımız denize girmekti. O yüzdenin adanın en güzel yerinden denize girmek lazımdı. Daha önceki deneyimimize de dayanarak adanın "Gizliliman" denilen güneyinde ve en batısındaki yerine gittik o yüzden. Burası Türkiye'nin de en batı noktasıymış aynı zamanda.

Gizliliman'a Uğurlu köyü işaretlerini takip ederek ulaşılıyor. Önce Uğurlu'ya gidiyoruz oradan sonra limanı solumuza alarak önümüzdeki tepeyi dar ve virajlı yolundan tırmanıyoruz. Tepeyi tırmanıp aşağıya inmeye başlayınca pırıl pırıl ve çarşaf gibi denizi ile upuzun bir sahil bizi karşılıyor. İşte bu sahilde denizin keyfini çıkarmak için onca yol gidiliyor. Ama denize ayağınızı değdirdiğiniz anda anlıyorsunuz ki o yolculuğa değiyor.

Önceki gidişimizde de yine burada girmiştik denize. Bakir bir koy olduğu için hiçbir tesis yoktu, o yüzden kendi şemsiyemizi götürmüştük. Şimdi ufak bir tesis gibi bir şey var, fakat yine şemsiye-şezlong tarzı şeyler yok. Yine herkes kendi şemsiyesini kendisi götürüyor. Zemin ince bir kum olmadığı gibi büyük taşlar da yok. Minik minik yapışmayan taşlar var. O yüzden havlunuzu serip rahatça uzanabiliyorsunuz. Genelde rüzgar da olduğu için güneşin altında da rahatça durabiliyorsunuz. Kum olmaması o açıdan da iyi oluyor. Yoksa o rüzgarda uçuşan kumların içinde ne oturabilir ne de yatabilir insan.

Biraz sıcaklamaya başlayınca atıyorsunuz hemen kendinizi önünüzdeki denize. Ama ne deniz....Bozcaada'daki gibi girdiğinizde kafanızı donduran bir soğukluk yok buranın denizinde. Tam ideal sıcaklıkta. Zaten denize girdikten birkaç metre sonra derinleşiyor. Gözlüksüz girmemenizi tavsiye ederim. Zira sizinle birlikte yüzen balık kümelerini izlemek de ayrı bir keyif. Ameliyat nedeni ile ara verdiğim yüzme aktivitesinin acısını  iyice çıkardım ben bu deniz sayesinde. Biraz yoruldum haliyle. Ama değdi. Kendimi şimdi daha da bir yeniden doğmuş gibi hissediyorum. 

Deniz mükemmel, sıcaklık mükemmel, kum mükemmel, rüzgar mükemmel derken dikkatimi çeken bir ayrıntıyı paylaşmadan edemicem. Biz bu koyu yıllar önce keşfettiğimizde, bize en yakın oturan grup ile aramızdaki mesafe abartmıyorum en az 300 - 400 metre gibi birşeydi. Çok sakin olduğu için haliyle kapalı teyzeler filan rahatça denize girebilmek için buraya geliyordu. Hatta biz de annemi ilk defa burada denize girmesi için ikna edebilmiştik. Şimdilerde tabiki sahil daha kalabalık. Size en yakın oturan grup ile aranızda 5-10 metre vardır en fazla. Grupların çoğunluğunu şöyle bir izlediğimizde biz kendimizi farklı bir ülkede gibi hissettik doğrusunu söylemek gerekirse. Sanki Kuzey Afrika'da bir ülkeye tatile gitmiş bir turist gibi hissettik. Böyle hissetmemizin bir sebebi vardı tabiki. Denize giren kadınların neredeyse %70'inden fazlası haşema giyiyordu. Yıllar önce gittiğimizde haşema denen şey henüz çıkmamıştı sanırım. Bikini giymek istemeyen ablalar, teyzeler, uygun bir kıyafetle giriyorlardı denize ve keyfini çıkarıyorlardı. Ama malum, tesettür akımı ile birlikte haşema akımı da beraberinde geldi ve geçen yıllar içerisinde bu sahil bu akımın öncülerinin buluşma noktası olmuş adeta. Tabi sadece haşema değil dikkat çeken. Grupların bütünü ve yaşayış tarzı dikkat çekiyor. Bizler güneşten korunmak için birer şemsiye ile idare ederken, bu gruplar, büyük çarşaflarla kendilerine çadır gibi saklanma alanları yapıyorlar ve ailecek bu çadırların içerisinde saklanıyorlar. Neyden, kimden, neden saklanıyorlar sorularının cevapları benim anlayabileceğim şeyler değil açıkçası. Hacı olan annem ve babam bile bu soruların cevaplarını anlayabilmiş değil ayrıca. Böyle mutlu ve rahat hissediyorlarsa böyle yaşasınlar, ben bundan hiç rahatsız olmam. Fakat arada şu düşünce aklıma geliyor. Demek ki bu grupların başındaki adamlar, bikinili kadın görünce  aklını yitiriyor ki hem kendileri hem kadınları köşe bucak saklanıyor. Madem öyle, neden bu adamlar gözlerini bağlamıyor? Böylesi daha kolay olurdu sanırım, onca kadını sarıp sarmalayıp saklamaktansa...

Benim hayatıma kimse müdahale etmediği sürece hiçkimsenin hayatından rahatsız olmadığım ve asla müdahale etme isteği bile duymadığım için ben burada da huzur içinde denizin keyfini çıkardım, şükürler olsun. İyileşiyor olmama şükrettim denizin sonsuzluğuna kucak açarak. Saatlerce yüzdüm, kulaç attım, yoruldum, arada denizin ortasında uzandım dinlendim, sonra yine yüzdüm, balıkların güzelliğini izledim ve defalarca şükrettim bunu yapabildiğim için. Hala da şükrediyorum...

Gelelim konaklama kısmına. 
Gökçeada malum çok büyük bir ada. Genel olarak da dağınık bir ada. Belli başlı köyler adanın farklı bölgelerine yerleşmiş. Genelde de köyler denizden uzak aslında. Denize yakın olan köylerden biri Uğurlu köyü. Hatta burada ucuz pansiyon ve apartlar mevcut. "Onlar" ve "Bizler" ayrımını deniz kenarında gördükten sonra bu köyde iyice hissedebiliyorsunuz. Ayrımcılık yapmak değil niyetim. Ama bu köy tanım yapmam gerekirse "İslami" bir köy. Şöyle bir beş dakika dolaşmanız yeterli bunu anlamak için. Eğer siz de bu tarz bir tatilden hoşlanıyorsanız burada kalmanızı öneririm. Fakat benim ve ailemin tatil anlayışı biraz daha farklı. Dedim ya, annem babam hacı olmalarına rağmen farklı bir dünya gibi orası bizim için. Biz bu yüzden adanın diğer ucunu tercih ettik. Kaleköy adındaki diğer sahil köyünde konakladık. Burası Uğurlu'nun aksine cıvıl cıvıl bir yer. Ufak bir sahil kasabası aslında ama İstanbul'lular epeyce bir doldurmuştu tatili fırsat bilip. Konaklayabileceğiniz butik otel, apart, pansiyon tarzı birçok yer mevcut Kaleköy'de. Biz bu yıl hizmete açılan Gökçeada Bağ Evleri nde bir ev kiraladık. Beş kişi çok rahat ettik evimizde. Evin sahibesi Şefika Hanım sağolsun misafirperverliğiyle çok memnun etti bizi. Bir daha gidersem yine gidip kalabileceğim bir yer, o yüzden gönül rahatlığı ile tavsiye edebilirim. 

Evde kaldığımız için kahvaltımızı kendimiz hazırladık. Kaldığımız evin bahçesindeki domateslerden ve biberlerden toplayıp yedik kahvaltıda. Akşamları ise yemek yiyebileceğiniz birçok restoran var köyün sahilinde. Arada gitar çalıp şarkı söyleyen gençlerin sesini de duyunca kıpır kıpır oluyor insanın içi, işte o zaman farklı bir dünyada olduğunu anlıyor.

Bu arada Kaleköy'ün denizi içinde bulunan liman ve alanın kısıtlı oluşu yüzünden yüzmeye elverişli değil. Zaten denize girilecek yeri yok. Orduevinin önünde plaj varmış sanırım eskiden, ama o bölgeye akan pislik yüzünden plaj kapanmış. Fakat köye yakın Yıldız Koyu diye bir plaj var. Yürüyerek 15-20 dakikada gidilebiliyor. Yürümem derseniz araba ile de gidebilirsiniz. Burası oldukça ufak bir sahil. Oturup bir şeyler içebileceğiniz bir iki tesis var. Bir de kırık şezlongları kiralamaya çalışan bir çocuk var :) Buranın denizi de fena değil, ama yüzdükçe ve denizin dibine baktıkça daha bir marmara denizi'ndeymişsiniz gibi bir hissiyat veriyor. Zaten Gizli Liman'ın denizinin tadını aldıktan sonra adanın başka bir yerinde denize girmek istemiyorsunuz. Her ne kadar uzak ve farklı bir dünya olsa da...

22 Haziran 2013 Cumartesi

EY ÖZGÜRLÜK!

Özellikle geçtiğimiz yılın sonlarından itibaren, bu yeni yılla birlikte bizi birçok değişimin beklediğinden bahsetmiştim. Dünya farklı bir frekansa yerleşirken, "altın çağ" dediğimiz bu süreçle birlikte dünya içinde yaşayan bizler ya bu değişme ayak uyduracaktık ya da değişimin kendisi olacaktık. Güzel ülkem Türkiye'de 31 Mayıs 2013 itibarı ile işte bu değişimin bizzat şahitleri olduk.

Özgürlüklerini korumak için sokağa dökülen halk, bu değişimin ta kendisi ve öncüsü olmayı seçti.İşte bu, artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağının işareti oldu. Sadece ülkemiz için değil, tüm dünya için geçerli bu. Artık hiçbir şey eski sistemde yürütüldüğü gibi yürüyemeyecek. İşte önümüzdeki 20 yıl boyunca dünya bu yeni enerji frekansına, yeni sisteme adapte olmaya çalışacak. Bizler de yeni liderlerimizi, yeni yönetim biçimlerimizi belirleyeceğiz bu adapte olma sürecinde.

Eskiden devlet büyükleri bir karar aldıklarında, bir yasa yürürlüğe soktuklarında kimsenin sesi çıkmazdı. Zira insanların yaşamları üzerinde hakim olan en önemli duygu "korku"' idi. Bugünkü yönetimler, hala bu eski sistemin bir parçası, yani korkutarak yönetmeye dayalı bir sistemler bütünü. Ama insanlar artık aynı insanlar değil. İnsanlar değişiyor. 10 yıl önce çocuk dediklerimiz şimdi büyüdüler ve birey oldular. Ve bu çocuklar çok farklı şekilde yetiştiler. Daha bebekken bile farklıydılar. Daha kural tanımaz, daha özgürlük yanlısıydı bu çocuklar. Daha korkusuzlardı. Şimdi büyüdüler ve korkusuzluklarını sokakta gösterdiler. Onları destekleyen ve artık korku ile yönetilmekten bıkan halk da onlarla birlikte kendini sokağa attı. 

Velhasıl, halk özgürlüğüne sahip çıktı. Ama bundan sadece bu halkın özgürlüğü kısıtlanıyordu da o yüzden kendini sokağa attı gibi bir mesaj çıkartmak da doğru değil. Tabi bu da mesajın bir parçası, ama en önemlisi bu halk, özgürlüğün önündeki en büyük engel olan "korku" yu attı üzerinden. Bence en önemli mesaj buydu. Korkusuz bir şekilde yetişmiş gençlerin öncülüğünde korkusuz bir halk var artık. Özgürlüğün bu dünyadaki en büyük nimet olduğunun farkında bu halk. Ve buna sahip çıktı. Sahip çıkmaya da devam edecek, bundan eminim.

Peki ya sokağa çıkmayan ya da sokağa çıkanların karşısında duran halk? 
Dünya'da hepimiz seçimlerimizle yaşıyoruz. Herkes her istediğini seçmekte özgür. Kimi mutluluğu seçer, kimi mutsuzluğu seçer. Kimi huysuzluğu, kimi güzel huyluluğu seçer mesela. Kimi cesareti, kimisi de korkuyu seçer.  Kimi iyi olmayı, kimi kötü ve fesat olmayı seçer. Kimi neşeyi, kimi somurtkanlığı seçer. Kimi aydınlığı, kimi karanlığı seçer. Kimi sevgiyi, kimi nefreti seçer. Sevgiyi seçtimi insan bir kere, zaten o insan artık aydınlığı da, iyiliği de, neşeyi de seçmiş demektir. Nasıl ki nefreti seçiyorsa, karanlığı ve mutsuzluğu seçmiş demektir.

Nasıl ki bizler bunca yıldır korkunun ve nefretin himayesi altında yaşamayı seçmiş idiysek, bunu seçmeye devam edenler de olacak tabi ki. Nasıl ki bizler herşeyin daima varolan koşullara göre değişmesi gerektiğini düşünürken, tam tersine eskide kalmak isteyenler de olacaktır. İşte buradaki kritik nokta, iki tarafın da birbirine sonsuz saygı duyması ve birlikte huzur içinde yaşayabilmek.

Hepimiz aynı bütünün birer parçasıyken, ayrılığa, gayrılığa, kavgaya, dövüşe hiç gerek yok şüphesiz. Ben sürekli seyahat eden ve dünya'nın dört bir yanından çeşitli insanlarla iletişim halinde olan biri olarak şunu söyleyebilirim ki, Türkiye'de her zaman en çok sevdiğim ve bir parçası olmaktan gurur duyduğum şey, çok çeşitli yüzlere sahip olması ve bu yüzlerin yıllardır birlikte yaşaması... Birçok ülkeye baktığınızda adetler, gelenekler, alışkanlıklar, yaşam tarzları, hepsinin o ülkede tek tip olduğunu görürsünüz. Fakat Türkiye'de bu bambaşka. Batısında başka bir hayat, başka bir kültür, doğusunda başka, güneyinde, kuzeyinde bambaşka. İşte ben bu farklılıkların bir arada olmasından ve bunun bir parçası olmaktan çok keyif alıyorum. 

Herkesin tek tip olduğu bir dünya ne kadar sıkıcı olurdu bir düşünsenize. Çoğu zaman konuşacak tartışacak bir şey bile bulamazdık. Ve büyük ihtimalle özgür de olamazdık aslında. Beynimize aşılanan tek tipin dışına çıkmaya korkardık. İşte bu yüzden dilerim ki hepimiz farklılıklarımızın kıymetini iyi biliriz. Karşımızdakini farklı olduğu için yadırgamak yerine, aslında bu farklılıkların bizleri özgür kıldığını, bizi biz yaptığınız unutmayız.

Özgürlükten bahsedip de Zülfü Livaneli'yi hatırlamamak olmaz. Özgürlüğümüzün peşine düştüğümüz bu günlerde dilimden düşmüyor yine şarkısı, Ey Özgürlük!



 Özgürlüğümüzün daim olmasını ve keyifli bir haftasonu geçirmenizi dilerim!

Sevgiler...



29 Ağustos 2011 Pazartesi

Ramazan'ın Sonu

Her yıl Ramazan ayı başladığında, koskoca bir ay nasıl geçecek diye düşünürüm bir an. Ama her seferinde de aynı şey olur, bir bakmışım ki bir ay gelmiş geçmiş, bayram kapıya dayanmış. Yine aynısı oldu ve Ramazan'ın son günü geldi.

Oldum olası Ramazan'ları severim. Oruç tutup, bedeni esir alan arzulardan arınıp, ruhun derinliğine inmek, ruhla bedeni tam anlamıyla buluşturmak...

Sadece İslam'da değil bütün dinlerde bulunan ama farklı şekillerde uygulanan orucun temel amacı bu aslında. Bedenin arzularını bedene unutturmak, aslında bedenin bir hiç olduğunu hatırlamak ve bu hiçliği daima akılda tutmak. Zira Mevlana'nın da dediği gibi "Varlık hiçlikle başlar"...

Dilerim ki, bir ruhumuz olduğuna inananlar bunu sadece oruç dönemlerinde değil, her daim hatırlayıp bedenlerine ruhlarının ışığı altında tertemiz, güzel hayatlar yaşatsınlar.

Bu temiz, güzel ayda ettiğimiz tüm iyi niyetli duaların kabul olması dileğiyle, nice Ramazanlara...

25 Ağustos 2011 Perşembe

Düşler...


Geçtikçe şu günler

Anladıkça hayatı

Birçok şeyin değeri

Küçüldükçe küçülür
 
...
 
 
 
 
 


30 Eylül 2010 Perşembe

Sevgi Üzerine

Çok geyik bir konu aslında "sevgi" öyle değil mi?

Sorarlar sokakta röportaj yapan muhabirler Beyoğlu'nda İstiklal Caddesi'nde mesela "sevgi sizce nedir?" "sevgi hakkında ne düşünüyorsunuz?" ve buna benzer saçmasapan sorular. Maksat muhabbet olsun, vakit dolsun, dostlar alış verişte görsün misali. Öyle ayaküstü anlatılacak şey midir ki sevgi, konuşulabilecek bir şey de değildir ayrıca, ucu bucağı olmayan sonsuz bir derya değil mi sevgi dedikleri, sadece yaşanabilen, hissedilebilen, hissetmekten acizlerinse hakkında atıp tuttukları?

Bir yemeği seviyorsun, mesela ben en çok taze fasulye'yi seviyorum şu dünyada. Adını duyduğumda içim kıpır kıpır oluyor, huzur doluyorum rahatlıyorum. Kılçığı, az pişmişi, çok pişmişi farketmez, seviyorum onu ben, kılçığın ne önemi var ki. O kılçık gözüne batıyorsa birinin, sevmiyordur ondan batıyordur. Bana batmıyor. Herşeyiyle seviyorum, her koşulda, dünyanın neresinde olursam olayım. Bana bir kötülük yapıp kendisinden nefret ettirme yeteneği olmadığına göre, taze fasulyem ben var olduğum sürece benim en sevdiğim yemektir.

Kedimi seviyorum mesela, veriyorum bütün sevgimi ona koşulsuzca. o da bunu hissediyor ki karşılık veriyor. Arada yaramazlık yapıyor ama olsun, hiçbir koşulda sevgisi bir gram azalmıyor, aksine artıyor. Canıma can katıyor onun varlığı, düşüncesi, sevgisi. Hiçbir yaramazlığı, hastalığı, temizlemek zorunda olduğum kakası, veteriner masrafları, mama masrafı şusu busu batmıyor, batmak bir yana dursun görmüyorum bile. Böyle birşey işte sevgi. Madalyonun arkasında varsa olumsuz birkaç şey, görmez insan, olduğu gibi sever, gerçek sevgiyse şayet, bıkmadan usanmadan yorulmadan.

Karşılık beklemeden hissedilen duygudur gerçek sevgi. Karşılık beklenen şey sevgi değildir, tutkudur belki, ilişkidir ya da başka birşeydir, ama sevgi değildir. Sevgi saftır, tertemizdir, entrikanın olmadığı, kuşkuların, engellerin olmadığı bir dünyadır.

Nazım babanın söylediği gibi karşılıksızdır sevgi.

Sen elmayı seviyorsun diye elmanın da seni sevmesi şart mı?

Gerçek sevgi. Şimdilerde pek bulunmayan. İnsanların yaşamayı, hissetmeyi unuttuğu, farklı modellere soktuğu fakat hayatı katlanılır hale getiren tek şey. Gerçek sevgiden uzaklaştığı içindir ki, artık birçok insan mutsuzluk hastalığının batağında sürükleniyor, avuç avuç antidepresanlar içiyor. Halbuki şöyle bir durup baksalar, asıl ilaç sevgide...Sevginin asıl kaynağı ise insanın kendi içinde, kendini sevmekte. Kendini beğenmek değil buna dikkat etmeli, kendini sevmek...Sonra bir kediyi, köpeği, kuşları, çiçekleri, ağaçları, doğayı, denizi, havayı, binlerce şeyi...

Böyle bir şey işte sevgi. Ucu bucağı olmayan, saf, tertemiz, koşulsuz, verdikçe çoğalan, aldıkça çoğalan, paylaştıkça çoğalan, besledikçe çoğalan sonsuz bir duygu...

Hayatı yaşanılır kılan tek duygu.