Nereye gitsek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Nereye gitsek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Eylül 2014 Cumartesi

DOĞU’DA BİR CENNET: HALFETİ


İş için çok seyahat ediyorum malum, ama bu yaz kendim için de epeyce bir gezdim. Oradan oraya o kadar yer gezdim ama bir yandan da iş peşinde koşturduğum için oturup yazacak vakit bulamadım. Yaza açılışı Malta’da yaptım, iş seyahati için gittim ama aynı zamanda çok keyifli vakit de geçirdim. Daha sonra bir hafta sonu kaçamağı Çeşme, bayramda Erzincan, Sivas, sonrasında Rodos, Marmaris, Datça derken yazı kapattım. Eylül ayı itibarı ile de yoğun tempolu iş sezonunu açtım.

İş için sık sık gittiğim Gaziantep’teydim yine geçtiğimiz hafta. Bunca yıldır Gaziantep’e gider gelirim ama yaptığım tek şey genelde koştur koştur müşterileri dolaş sonra koştur koştur ya otele ya da havaalanına gitmek olur. Arada vakit olur da bir öğle yemeği yersem ne mutlu. Gerçi benim gibi et ve kebap sevmeyen bir insan için Gaziantep ve civar bölgede yemek yemek çok da keyifli olmuyor. Bir öğün neyse de birkaç öğün yiyemiyorum oralarda ben.   “Ne yemek istersiniz sorusu” Gaziantep’te “kıyma mı yersiniz kuşbaşı mı yersiniz” şeklinde oluyor genelde. Her ne yersem yiyeyim sonrasında midemden geri gelmeye çalışıyor. Yağından mı, baharatından mı artık bilemiyorum neyinden ama çok ağır geliyor bana.  Ama yine de denemek için yerim. Mesela Halil Usta diye bir yer var en güzel orası yapıyor kebap denen şeyi. Hatta bence Türkiye’de en iyi et yapan yer orasıdır. Bir de İmam Çağdaş var ama Halil Usta İmam Çağdaş’a en az on basar. Aklınızda bulunsun olur da giderseniz.

Gaziantep büyük bir şehir. İstanbul gibi yoğun bir trafiği yok ama yine de büyük. 2 milyon gibi bir nüfusu var sonuçta. Büyük şehir olmasından mütevellit artık orada da nereye baksan beton yığını. Beş-On sene önce bomboş duran arazilerde şimdi koca koca Toki konutları var. Dağ taş olmuş beton. Dün işim beklediğimden erken bittiğinde akşamki uçak saatine kadar ne yapacağımı bilemedim o beton yığını içerisinde. Normalde gidip içinde oturup bilgisayarımı açıp çalıştığım bir alışveriş merkezi var ama hiç içim almadı oraya gitmeyi de. Sanayiden arabayla çıktım D-100 yolunda öylece giderken içimden şehir merkezi tabelalarını es geçip Urfa tabelalarını takip ederek yolun nereye gittiğine şöyle bir bakmak geldi bir süre. Onca senedir gidip geliyorum, daha ilk defa havalimanı tabelasından sonrasına kadar gittim. Ben ki seyahat etmeyi yeni yerler görmeyi keşfetmeyi bu kadar seven bir insanım, ama kısmet olmadı işte. Bugüneymiş kısmet.

Yol tek şeride indikten sonra fıstık tarlaları başladı sağlı sollu. Fıstık tarlaları boyunca ilerlerken acaba şu sular altında kalan şehir uzak mıdır çok diye içimden geçti. Evet o şehir Halfeti. Baktım haritaya, saat de müsait, dedim ben giderim buraya. Zaten Fırat Nehri söz konusu olunca benim içimi bir heyecan kaplar hep, o heyecan beni Halfeti’ye kadar götürdü.

Giderken fıstık bahçelerini izleye izleye gittiğim için otobana girmedim o yüzden Birecik’in (Urfa’nın ilçesi) içinden geçerek gittim. Otoban’dan gitmek tabi daha kısa sürede götürüyor ama böyle gidince de gittiğim her kilometrenin keyfi başka oldu. Nizip’i Birecik’i fıstık bahçelerini görmüş oldum çok da güzel oldu.

Birecik’ten Fırat nehrini soluma alıp ilerlerken zannettim ki Halfeti’ye kadar bu yol böyle Fırat’ın kenarından gidecek. Fakat bir süre sonra Fırat kayboldu tepelerin arazilerin arasından geçen virajlı bir yol başladı. Sanırım 30 kilometre kadar o yoldan gittim. Acaba doğru yolda mıyım diye tereddüt ettiğim çok oldu. Zira o tepenin arazinin fıstık tarlalarının sonunda nasıl Fırat’ı göreceğimi algılayamadım. Derken tam yolun sonunda tepe bir yere geldiğimde Fırat büyüleyici görüntüsüyle karşıladı beni. Durdum o tepede fotoğraf çektim her ne kadar etrafta in cin top oynasa da. Biraz korkmadım değil, ama o kadar muazzam bir görüntüydü ki bu durup biraz o havayı içime çekmek istedim. Hem Fırat’ı izledim o tepede hem de sessizlikte huzur buldum. İyi ki gelmişim dedim. İyi ki dinlemişim iç sesimi ve gelmişim diye şükrettim. O beş dakika o havayı soludum ya o bile bana yetti, eve huzur içinde geri dönebilirdim artık. Ama daha hala vaktim vardı o yüzden Halfeti’nin içine doğru ilerledim.

Halfeti’nin içine girer girmez genç bir delikanlı durdurdu beni. Abla gel tekneyle gezdireyim seni dedi. Yav hele bi dur nefes alayım şöyle bi oturayım nehir kenarında dedim ama yok dinlemedi. Dedi ki ilersi daha güzel. İlersi neresi diyorum ben içimden. O kadar bir şey bilmiyorum ki sadece gidicem arabayı park edicem, orada bir çay bahçesinde bir şeyler içip bir gözleme yiyip geri dönücem diye düşünüyordum gelmeden önce. Meğerse buranın yolu yordamı tekne turuymuş!   

Halfeti bundan 14 yıl öncesine kadar daha güzel bir yermiş. 2000 yılında Birecik Barajı’nın yapımıyla birlikte nehir suyu 30 metre yükselince nehir kenarındaki neredeyse bütün köyler(20’den fazla köy olduğunu söyledi delikanlı) su altında kalmış. Sadece şimdilerde ismi “Eski Halfeti” olarak geçen ilçe merkezinin bir kısmı ayakta kalmış. Suyun yükseleceği önceden belli olduğundan, insanlara yeni yerler vermiş devlet. Eski Halfeti’nin 10 kilometre ötesinde şimdi adı Yeni Halfeti olan yer burası da. Yani Halfeti’nin halkı artık Yeni Halfeti denen, Fırat’ın kenarında olmak bir yana dursun tepeden bile Fırat’ı görmeyen bir yerde yaşıyor. Ben olsam ne yapardım bilmiyorum. Her gün güne Fırat’ın ihtişamıyla başlarken birdenbire bir beton yığınının içinde bulsaydım kendimi, hiç hoşnut olmazdım bu durumdan eminim.

Yaklaşık 2 saati buldu tekne turumuz. Nehir boyunca tekneyle epey bir ilerledik. Kuzeye doğru
ilerlerken sol tarafımızdaki kara parçasının Gaziantep, sağ taraftaki kara parçasının Şanlıurfa’ya ait olduğunu öğrendim. Zaten Halfeti resmi olarak Şanlıurfa’nın ilçesi bu arada. Ama Fırat’ın bir tarafı Antep bir tarafı Urfa’da kalmış.

Buralarda binlerce yıl öncesinde medeniyetler yaşamış. Antep sınırları içinde kalan bölgede bir kale var o dönemlerden kalan. Baya eski olduğu belli. Yine aynı bölgede birçok mağara var. Hatta söylentiye göre dönemin Kral’ının kızı o mağaralardan birinde yaşıyormuş.



Nehir boyunca tekneyle ilerlerken sağlı sollu eski köylerden kalan kalıntılar görünüyor. Suyun altında görünenler ürkütüyor insanı. Üstünde kalan üç beş yer de ya restoran olmuş ya çay bahçesi. Yukarıdaki resimde görünen evler kalabalık bir köyden geriye kalan terkedilmiş evler. Bir de yarısı suyun içinde yarısı suyun üstünde kalmış bir cami minaresi.

Eski medeniyetler yaşar da kilise olmaz mı. Burada da bir kilise var elbet. Hastayım zaten bu eski insanların buldukları her kara parçasında, mağara içinde bile olsa kiliselerini ya da Hristiyanlık öncesiyse tapınaklarını eksik etmemelerine.

Kiliseyi dolaştıktan sonra kilisenin hemen yanındaki ufak restoran’da yörenin meşhur “Şabut Balığı”
nı denemek istedim. Güzel bir salata eşliğinde getirdiler sağolsunlar. Fakat ne yazık ki Şabut’u sevmedim. Sanırım ben tatlı su balıklarını sevmiyorum. Alabalık yiyorum yine iyi kötü ama bu Şabut denen balık aşırı kılçıklı bir balıktı. Bir de önceki günden kebaplar midemi biraz rahatsız ettiği için hassas mideyle tadı da iyice bir kötü geldi bana. Belki normal zamanda yesem bu kadar kötü gelmez.

Şabut’u da yedikten sonra artık tekneyle geri dönme vakti geldi. Eski Halfeti’nin tekneden görüntüsünü de özellikle paylaşmak istiyorum. Çünkü özellikle dikkat çekmek istediğim bir şey var burada. Yandaki fotoğraftan da görüleceği üzere bu güzelim otantik sevimli şehrin tepesine kocaman bir otel inşaatı başlatmışlar. Bu kadar güzel bir gezinin ardından sinirlenmek hoş değil ama bu koca otel inşaatını görünce bütün sinirlerim yerinden oynadı. Ağlayabilirdim bile o derece. Hiç mi göz izan akıl fikir yok buraya bu ucubenin yapılmasına izin verenlerde. Allah aşkına hiç mi yok! Hiçbiri yoksa Allah korkusu da mı yok böyle bir güzelliğin içine şu çirkinliği yerleştirip berbat ediyorsunuz? Gelen turistlerden utanıyorum resmen. Yazık çok yazık.

Her ne kadar ucube otel kısmı beni sinir ettiyse de Fırat’ın büyüsüyle geçirdiğim bu güzel öğle vaktinden sonra keyfime diyecek yoktu. Rehberim olan delikanlı da sağ olsun pek bir ilgilendi benimle. Tekneden sonra arabama kadar geçirdi beni, abla suyun neyin var mı  getireyim mi diye bile sordu. İnsanlık hala ölmemiş burada. Olur da sizin de yolunuz düşerse, bulun bu delikanlıyı, ismi Nuri Kaptan, iki tane tekneleri var biri kelebek diğeri de Siyah Gül. Ha bu arada bahsetmeyi unutmadan, Siyah Gül Halfeti’ye özgü, sadece burada yetişen bir gül çeşidi. Hatta Fox TV’de yayınlanan Kara Gül dizisi de ismini bu siyah gülden alıyor. Ayrıca Nuri Kaptan diyor ki dizinin Halfeti’ye çok faydası oldu, insanlar dizi sayesinde duyup gelmeye başladı biz de iş yapmaya başladık.


Hep iş hep iş temposunun içinde iyi ki birdenbire aklıma geldi Halfeti ve iyi ki gittim bu diyarlara. Fırat’ın sularının değdiği her yer gibi Halfeti de cennet gibi göründü bana. Öyle neşeli öyle sevinçli döndüm ki İstanbul’a, ilk defa bir seyahat dönüşü yorgunluktan ölüyor gibi hissetmedim aksine enerji dolu döndüm evime.  Bir dahaki Antep seyahatimde belki hafta sonu İstanbul’a dönmeyip  daha eni kunu bir vakit ayırırım Halfeti’ye… 

16 Şubat 2014 Pazar

ALMANYA'DA KÜÇÜK BİR ŞEHİR - BURGHAUSEN



 Bundan tam 3 yıl önce bir iş seyahati için gittiğimde tanıdığım küçücük minicik bir şehir Burghausen. Bir haftalık bir seyahat organize edilmişti gittiğim zaman fakat daha önceden aynı yere gidenler seyahati mümkün mertebe kısaltmam konusunda bana tavsiyeler veriyorlardı. Sebebi ise şehrin adeta bir kasaba ve çok sıkıcı bunaltıcı bir yer oluşu idi. 

Ne gitmeden önce ne de gittikten sonra hiçbir sıkıcılığını hissetmedim ben bu şehrin ya da kasabanın, siz hangisini derseniz deyin. Belki de sevimli bir ruhu olan küçük yerleri seviyorum ondandır. Yeter ki bir ruhu olsun gidilen yerin, her şekilde farklı bir keyif alınabilir bence. Ayrıca gitmeden önce bilmediğim ancak gittikten sonra farkettiğim farklı bir yanı daha vardı benim için özel olan ve burayı özel kılan. Bu yüzden benim için özel bir anısı olan bu şehire geç de olsa blogumda yer vermek istedim.

Başta da dediğim gibi çok küçük bir yer Burghausen. Almanya'nın Altötting denen bölgesine ait yaklaşık 17.000 nüfuslu bir şehir. Avusturya sınırında Salzach nehrinin kenarına kurulmuş şehrin en önemli yapısı ise Burghausen kalesi. 1.043 metre uzunluğu ile Avrupa'nın en uzun kalesi ünvanına sahip.

Şehir tam tamına Avusturya sınırında bulunuyor. Kıyısında bulunduğu Salzach Nehri boyunca biraz yürüyünce Avusturya topraklarına varıyorsunuz. Zaten Avusturya'nın ünlü şehirlerinden biri olan Salzburg buraya 50 kilometre kadar uzaklıkta bulunuyor. Yani olur da Salzburg'a gider ve farklı bir şehir daha görmek isterseniz birkaç saatliğine Burghausen'a uğrayıp, nehir kenarında yürüyüp, kaleyi gezebilirsiniz. Bu arada şimdi hatırlıyorum da ben gittiğim zaman her yer kar altındaydı ve ben karı çok severim. Bunun da etkisiyle ayrıca bir huzurlu gelmişti sanırım burası bana.

Bizim Türk insanının kasaba olarak küçümsediği bu küçük şehir her yıl Mart ayında bir hafta süren bir Caz festivaline ev sahipliği yapıyor. Caz haftası olarak adlandırılan ve bu yıl 45'incisi düzenlenecek olan etkinlik 25-30 Mart 2014 tarihlerinde gerçekleşecek. İlginizi çeker ve o tarihlerde bir Almanya-Avusturya seyahati planlarsanız bu etkinliği de ajandanıza ekleyebilirsiniz. Festival programı ve daha detaylı bilgi için www.jazzwoche.com adresini ziyaret edebilirsiniz.

 

3 Şubat 2014 Pazartesi

LÜKSEMBURG

2 yılı aşkın bir süredir merkezi Lüksemburg'da olan bir firmada çalıştığım için sık sık gitmem gereken bir yer oldu Lüksemburg. Geçtiğimiz gün yine arkadaşımla konuşurken bir sonraki seyahat planım vesilesiyle bahsi geçti ve arkadaşım Lüksemburg'un ülke olduğunu o anki konuşmamız sırasında öğrendi ve çok şaşırdı. Ben de bunun üzerine böyle bir ülkenin varlığından haberi olmayan birçok insan olabileceğini düşünerek birkaç satır hakkında yazayım istedim.


Evet, Lüksemburg küçük de olsa bir ülke. Avrupa'nın batısında, Belçika, Fransa ve Almanya ile çevrili, yaklaşık 500.000 kadar nüfusu olan, küçük ama zengin bir ülke. Zenginliği şöyle ki, dünyadaki kişi başı milli gelir düzeyi en yüksek olan ülkelerin başında geliyor. Ayrıca dünyada düklükle yönetilen tek ülke.

Lüksemburg, konumu ve sağladığı vergi avantajları sebebiyle bugün Avrupa'nın bir nevi ticari merkezi olmuş durumda. Birçok büyük firmanın yönetim ofisinin Luxembourg'da yerleştiğini görebilirsiniz. Bu yüzden haftaiçi gün içerisinde ülkeye Belçika, Fransa ve Almanya'dan her gün 1 milyon civarında insan çalışmak için geliyor. Tabi ülkenin nüfusunun 500.000 olduğunu düşününce, her gün ekstradan gelen 1 milyon insanın oluşturduğu trafiği de hayal etmek pek zor olmasa gerek.

Her gün diğer komşu ülkelerden gelen insan sayısına dikkat edince, ülkenin kültür açısından ne kadar karışık bir yer olduğu rahatlıkla anlaşılabilir. Öyle ki, Almanca, Fransızca ve Lukemburgca olmak üzere 3 resmi dili mevcut ülkenin. Altı üstü 500.000 kişinin yaşadığı bir yerde üç resmi dil...Fakat benim gözlemlediğim Fransızca en çok konuşulan dil. Malum, Belçika ve Fransa'dan gelenler de zaten Fransızca konuştuğu için çoğunluk Fransızca konuşuyor. Bundan olsa gerek, restoranlarda ve birçok mekanda menüler hep Fransızca olarak geliyor. Ben de ne çok severim ya Fransızcayı(!). Neyse ki, çoğunluk aynı zamanda ingilizce'yi de rahat bir şekilde konuşuyor, o yüzden Fransızca bilmeyince de pek sıkıntı yaşanmıyor.

Çeşitli milletlerin gün içerisinde bir araya toplandığı bu küçük ülkede benim en çok dikkatimi çeken ve beni rahatsız eden şey sanki kendine has bir kültürünün ya da ruhunun yok gibi oluşu. Normalde nereye gidersem gideyim, her şehrin kendine ait bir ruhunun olduğunu hissetmişimdir. Kimi şehrin ruhu cıvıl cıvıldır, kimisinin ruhu yorgundur, kiminin üzgündür kiminin mahsundur ama bir ruhu vardır. Fakat çok enteresan, ben bu ruhu ülkenin başkenti olan Luxembourg City'de bile hiçbir zaman hissedemedim. Adeta kendimi arafta gibi hissediyorum bu ülkeye her gidişimde. Benim gibi hisseden birkaç kişiye daha şahit oldum. O yüzden yalnız değilim biliyorum.

Ülkenin ticari portresinden dolayı pek bir turistik yanının olmadığını söyleyebilirim. Yani öyle ah gideyim de şu Lüksemburg'u da göreyim denebilecek bir yer değil bence. Ama diyelim ki iş için ya da başka bir şekilde yolunuz düştü, Luxembourg City içerisinde kalmanızı tavsiye ederim. Zira bunun haricinde kalacağınız her yer kasaba formatında olacaktır. Ya da yeşil bir arazinin üzerine konuşlanmış ve etrafında hiçbir şey olmayan bir otel olacaktır.

2 Eylül 2013 Pazartesi

Gökçeada'da İki Ayrı Dünya


30 Ağustos'un Cuma gününe denk gelmesini fırsat bilenlerdendik biz de bu yıl. Uzun zamandır memleket ziyaretleri haricinde aile ile bir arada tatil geçirmemiştim, o yüzden hastalıkla uğraşarak geçen bir yaz mevsiminin sonrasında iyileşmeye başlamış olmamı da kutlama bahanesiyle ailecek birkaç günlük bir kaçamak yapalım dedik. Rotamızı da Gökçeada'ya çevirdik.

11 yıl önce yine ailecek gitmiştik Gökçeada'ya. Tabi o zamanlar gittiğimizde şimdikine göre bomboştu ada. Biz ilk gittiğimizde adanın her yerini iyice gezdiğimiz için, bu sefer kısıtlı zamanımızı belli başlı yerlerde geçirme kararı aldık.

Tabiki adaya gitmekteki öncelikli amacımız denize girmekti. O yüzdenin adanın en güzel yerinden denize girmek lazımdı. Daha önceki deneyimimize de dayanarak adanın "Gizliliman" denilen güneyinde ve en batısındaki yerine gittik o yüzden. Burası Türkiye'nin de en batı noktasıymış aynı zamanda.

Gizliliman'a Uğurlu köyü işaretlerini takip ederek ulaşılıyor. Önce Uğurlu'ya gidiyoruz oradan sonra limanı solumuza alarak önümüzdeki tepeyi dar ve virajlı yolundan tırmanıyoruz. Tepeyi tırmanıp aşağıya inmeye başlayınca pırıl pırıl ve çarşaf gibi denizi ile upuzun bir sahil bizi karşılıyor. İşte bu sahilde denizin keyfini çıkarmak için onca yol gidiliyor. Ama denize ayağınızı değdirdiğiniz anda anlıyorsunuz ki o yolculuğa değiyor.

Önceki gidişimizde de yine burada girmiştik denize. Bakir bir koy olduğu için hiçbir tesis yoktu, o yüzden kendi şemsiyemizi götürmüştük. Şimdi ufak bir tesis gibi bir şey var, fakat yine şemsiye-şezlong tarzı şeyler yok. Yine herkes kendi şemsiyesini kendisi götürüyor. Zemin ince bir kum olmadığı gibi büyük taşlar da yok. Minik minik yapışmayan taşlar var. O yüzden havlunuzu serip rahatça uzanabiliyorsunuz. Genelde rüzgar da olduğu için güneşin altında da rahatça durabiliyorsunuz. Kum olmaması o açıdan da iyi oluyor. Yoksa o rüzgarda uçuşan kumların içinde ne oturabilir ne de yatabilir insan.

Biraz sıcaklamaya başlayınca atıyorsunuz hemen kendinizi önünüzdeki denize. Ama ne deniz....Bozcaada'daki gibi girdiğinizde kafanızı donduran bir soğukluk yok buranın denizinde. Tam ideal sıcaklıkta. Zaten denize girdikten birkaç metre sonra derinleşiyor. Gözlüksüz girmemenizi tavsiye ederim. Zira sizinle birlikte yüzen balık kümelerini izlemek de ayrı bir keyif. Ameliyat nedeni ile ara verdiğim yüzme aktivitesinin acısını  iyice çıkardım ben bu deniz sayesinde. Biraz yoruldum haliyle. Ama değdi. Kendimi şimdi daha da bir yeniden doğmuş gibi hissediyorum. 

Deniz mükemmel, sıcaklık mükemmel, kum mükemmel, rüzgar mükemmel derken dikkatimi çeken bir ayrıntıyı paylaşmadan edemicem. Biz bu koyu yıllar önce keşfettiğimizde, bize en yakın oturan grup ile aramızdaki mesafe abartmıyorum en az 300 - 400 metre gibi birşeydi. Çok sakin olduğu için haliyle kapalı teyzeler filan rahatça denize girebilmek için buraya geliyordu. Hatta biz de annemi ilk defa burada denize girmesi için ikna edebilmiştik. Şimdilerde tabiki sahil daha kalabalık. Size en yakın oturan grup ile aranızda 5-10 metre vardır en fazla. Grupların çoğunluğunu şöyle bir izlediğimizde biz kendimizi farklı bir ülkede gibi hissettik doğrusunu söylemek gerekirse. Sanki Kuzey Afrika'da bir ülkeye tatile gitmiş bir turist gibi hissettik. Böyle hissetmemizin bir sebebi vardı tabiki. Denize giren kadınların neredeyse %70'inden fazlası haşema giyiyordu. Yıllar önce gittiğimizde haşema denen şey henüz çıkmamıştı sanırım. Bikini giymek istemeyen ablalar, teyzeler, uygun bir kıyafetle giriyorlardı denize ve keyfini çıkarıyorlardı. Ama malum, tesettür akımı ile birlikte haşema akımı da beraberinde geldi ve geçen yıllar içerisinde bu sahil bu akımın öncülerinin buluşma noktası olmuş adeta. Tabi sadece haşema değil dikkat çeken. Grupların bütünü ve yaşayış tarzı dikkat çekiyor. Bizler güneşten korunmak için birer şemsiye ile idare ederken, bu gruplar, büyük çarşaflarla kendilerine çadır gibi saklanma alanları yapıyorlar ve ailecek bu çadırların içerisinde saklanıyorlar. Neyden, kimden, neden saklanıyorlar sorularının cevapları benim anlayabileceğim şeyler değil açıkçası. Hacı olan annem ve babam bile bu soruların cevaplarını anlayabilmiş değil ayrıca. Böyle mutlu ve rahat hissediyorlarsa böyle yaşasınlar, ben bundan hiç rahatsız olmam. Fakat arada şu düşünce aklıma geliyor. Demek ki bu grupların başındaki adamlar, bikinili kadın görünce  aklını yitiriyor ki hem kendileri hem kadınları köşe bucak saklanıyor. Madem öyle, neden bu adamlar gözlerini bağlamıyor? Böylesi daha kolay olurdu sanırım, onca kadını sarıp sarmalayıp saklamaktansa...

Benim hayatıma kimse müdahale etmediği sürece hiçkimsenin hayatından rahatsız olmadığım ve asla müdahale etme isteği bile duymadığım için ben burada da huzur içinde denizin keyfini çıkardım, şükürler olsun. İyileşiyor olmama şükrettim denizin sonsuzluğuna kucak açarak. Saatlerce yüzdüm, kulaç attım, yoruldum, arada denizin ortasında uzandım dinlendim, sonra yine yüzdüm, balıkların güzelliğini izledim ve defalarca şükrettim bunu yapabildiğim için. Hala da şükrediyorum...

Gelelim konaklama kısmına. 
Gökçeada malum çok büyük bir ada. Genel olarak da dağınık bir ada. Belli başlı köyler adanın farklı bölgelerine yerleşmiş. Genelde de köyler denizden uzak aslında. Denize yakın olan köylerden biri Uğurlu köyü. Hatta burada ucuz pansiyon ve apartlar mevcut. "Onlar" ve "Bizler" ayrımını deniz kenarında gördükten sonra bu köyde iyice hissedebiliyorsunuz. Ayrımcılık yapmak değil niyetim. Ama bu köy tanım yapmam gerekirse "İslami" bir köy. Şöyle bir beş dakika dolaşmanız yeterli bunu anlamak için. Eğer siz de bu tarz bir tatilden hoşlanıyorsanız burada kalmanızı öneririm. Fakat benim ve ailemin tatil anlayışı biraz daha farklı. Dedim ya, annem babam hacı olmalarına rağmen farklı bir dünya gibi orası bizim için. Biz bu yüzden adanın diğer ucunu tercih ettik. Kaleköy adındaki diğer sahil köyünde konakladık. Burası Uğurlu'nun aksine cıvıl cıvıl bir yer. Ufak bir sahil kasabası aslında ama İstanbul'lular epeyce bir doldurmuştu tatili fırsat bilip. Konaklayabileceğiniz butik otel, apart, pansiyon tarzı birçok yer mevcut Kaleköy'de. Biz bu yıl hizmete açılan Gökçeada Bağ Evleri nde bir ev kiraladık. Beş kişi çok rahat ettik evimizde. Evin sahibesi Şefika Hanım sağolsun misafirperverliğiyle çok memnun etti bizi. Bir daha gidersem yine gidip kalabileceğim bir yer, o yüzden gönül rahatlığı ile tavsiye edebilirim. 

Evde kaldığımız için kahvaltımızı kendimiz hazırladık. Kaldığımız evin bahçesindeki domateslerden ve biberlerden toplayıp yedik kahvaltıda. Akşamları ise yemek yiyebileceğiniz birçok restoran var köyün sahilinde. Arada gitar çalıp şarkı söyleyen gençlerin sesini de duyunca kıpır kıpır oluyor insanın içi, işte o zaman farklı bir dünyada olduğunu anlıyor.

Bu arada Kaleköy'ün denizi içinde bulunan liman ve alanın kısıtlı oluşu yüzünden yüzmeye elverişli değil. Zaten denize girilecek yeri yok. Orduevinin önünde plaj varmış sanırım eskiden, ama o bölgeye akan pislik yüzünden plaj kapanmış. Fakat köye yakın Yıldız Koyu diye bir plaj var. Yürüyerek 15-20 dakikada gidilebiliyor. Yürümem derseniz araba ile de gidebilirsiniz. Burası oldukça ufak bir sahil. Oturup bir şeyler içebileceğiniz bir iki tesis var. Bir de kırık şezlongları kiralamaya çalışan bir çocuk var :) Buranın denizi de fena değil, ama yüzdükçe ve denizin dibine baktıkça daha bir marmara denizi'ndeymişsiniz gibi bir hissiyat veriyor. Zaten Gizli Liman'ın denizinin tadını aldıktan sonra adanın başka bir yerinde denize girmek istemiyorsunuz. Her ne kadar uzak ve farklı bir dünya olsa da...

9 Mart 2013 Cumartesi

Köln'de Bir Haftasonu

Geçtiğimiz hafta Beyrut seyahatinin arkasından kısa süreli bir de Köln seyahatinin olacağından bahsetmiştim sanırım. Beyrut'la ilgili daha önce yazdığım için tekrar yazmaya gerek duymuyorum :) Fakat Köln'le ilgili bir iki satır da olsa yazmak isterim. 

Dediğim gibi yorucu bir haftanın ardından sadece haftasonu için gittim daha önce de gittiğim bu şehre. Genel olarak Almanya şehirlerini severim aslında ben. Vakit olsaydı trenle Berlin'e de gitmek istiyordum, ama olmadı. Daha önce gittiğim güzel şehirler olan Münich ve Frankfurt hakkında da yazmak kısmet olmamıştı. Bari Köln için yazayım. 

Köln Almanya'nın dördüncü büyük şehri. Ortasından Ren Nehri geçmekte olan şehrin 1 milyon civarında bir nüfusu mevcut. Almancı Türklerin de yoğun olarak yaşadığı bir şehir ayrıca. O yüzden gerek Türk Hava Yolları olsun gerek Pegasus olsun direk uçuş rahatlıkla bulabilirsiniz. Ya da hemen yanıbaşındaki şehir olan Düsseldorf'a daha fazla sayıda uçuş bulup, trenle Köln'e geçebilirsiniz. 

Köln Katedrali
Özellikle bahar ve yaz aylarında düzenlenen festival ve karnaval dönemlerinde şehir daha keyifli olsa gerek. Diğer zamanlarda ise birkaç şehir gezisiyle birleştirip bu şehre de uğranabilir. Örneğin Berlin ya da Hollanda'nın güzel şehri Amsterdam ile birleştirip bir tur yapılabilir. Zira tren ağı o kadar geniş ki, bu şehirlere birkaç saatlik yolculukla çok rahat ulaşabilirsiniz. Hatta Amsterdam'a direk gitmektense, daha uygun fiyatlı uçak bileti ile Köln ya da Düsseldorf'a uçup buralardan trenle Amsterdam'a geçmenizi öneririm. Hem ekstradan birkaç şehir daha görmüş olursunuz, hem de seyahatinizi daha ekonomik, daha keyifli hale getirebilirsiniz. Köln Hbf, şehrin ana tren garı ve buradan birçok yere tren bulabiliyorsunuz.

Köln'deki ana yapı, yapımı 1200'lü ve 1800'lü yıllar arasında yaklaşık 600 yıl kadar süren Köln Katedrali. Şehir tabelalarında ve işaretlerinde kısaca Dom olarak takip edebilirsiniz. Köln veya Düsseldorf havalimanından trenle geldiğinizde Köln Hbf de inerseniz eğer Dom sizi muazzam görüntüsüyle karşılıyor.

Eğer müze gezmeyi seviyorsanız katedralden çıkıp nehire doğru yürürken büyük bir müze göreceksiniz. Ben ekstra vaktim olmadığı sürece pek müze gezmeyi sevmediğim için uğramadım ama siz uğrayabilirsiniz:) Hava da güzel olduğu için köprü üzerinde hafif bir yürüyüş yapıp nehrin öbür tarafına geçmek ve güneşin keyfini çıkartmak bana daha cazip geldi. Köprü boyunca yürürken, köprünün kenarındaki tellerin tamamının resimde gördüğünüz gibi küçük kilitlerle kaplı olduğunu göreceksiniz. Sevgilisiyle, eşiyle birlikte isimlerini kilitlerin üzerine yazıp buraya asmış çiftler. Biz önceden düşünemediğimiz için hazırlıksız yakalandık, asamadık kilidimizi :) Siz giderseniz unutmayın bari. Köln'deki kilit koleksiyonuna sizinki de eklensin mutlaka:)

Köln'le ilgili aklıma gelen bir diğer şey ise tabi ki bira. Genel olarak Almanya denince akla bira gelir illa ki ama Köln denince daha bir farklı. Zira Köln'nün kendine özgü Kölsch adında bir birası var. Olur da giderseniz eğer, bira içmek istediğinizde bira istediğinizi değil, Kölsch istediğinizi söyleyin. Usul böyle:)

Başta da dediğim gibi, Türklerin çok yoğun olarak yaşadığı bir şehir Köln. Yolda yürürken sağınızdan solunuzdan geçen üç dört kişiden birinin Türkçe konuştuğunu duyduğunuzda heyecan yapmayın o yüzden. Otel ve restorant çalışanlarının da birçoğu Türk olduğundan derdinizi rahat rahat anlatabilirsiniz.

Kısa bir tur sonrası aklıma gelenler bunlar. Bir gün sizin de yolunuz düşerse umarım yazdıklarım işinize yarar.

Sevgiler

1 Ocak 2013 Salı

Mutlu Yıllar!

Yeni yılın bu ilk gününün sabahının ilk saatlerinde penceremden görünen manzara...

Polonya'nın Slovakya sınırına birkaç kilometre uzaklıktaki Krynica bölgesinde yer alan Tylicz adında bir köy burası. Dağların arasında kalması sebebiyle özel bir iklime sahip. Şehir merkezlerinde hava sıcaklığı 5 derece civarında olmasına rağmen, burada gece eksi onaltı dereceye kadar düştü bu geçtiğimiz günlerde. Bu ikliminden dolayı kayak turizminin hareketli olduğu bir yer. Polonya'da asıl kayak turizminin gözdesi Zakopane adında bir bölge aslında. Fakat yeni yıl döneminde adım atılamayacak kadar kalabalık olabiliyor o bölge. O yüzden Tylicz gibi daha ufak çaplı yerler kalabalıktan kaçanların uğrak noktası oluyor.

Yeni yılı ikinci kez Polonya'da karşılıyorum. Geçen yıl şehir merkezinde olduğumdan sebep hiç kar görmemiştim. Ama bu yıl kara doydum. Çocukluğumdan beri bitmek tükenmek bilmeyen kar sevdam beni buralara kadar getirdi herhalde. 

Bu arada kayak yapmayı da denedim. Ama olmadı, beceremedim. Dizlerimdeki rahatsızlık yüzünden çok zorlayamadım şimdilik. Biraz sinirlendim biraz da üzüldüm bu duruma. Ama yapacak bir şey yok. Daha kötü şeyler olmasın yeter ki hayatımda. Son birkaç yılda biraz yürüyerek, biraz yüzerek, biraz bisiklete binerek bacaklarımı çok güçlendirdim aslında. Ama demek ki kayak yapacak kadar güçlenmemiş henüz :) Demek ki daha çok çalışmam gerekiyor. Yeni yıl hedeflerimden bir tanesi de bu. Daha çok spor yapıp, vücudumu ve bacaklarımı daha çok güçlendirmek.

Olumsuzluklar bir yana dursun, en güzel olan şey, insanı her koşulda sevip kucak açan, koşulsuz bir şekilde güvenebildiği bir canın olması hayatında ve o canla birlikte yeni hayallerle yeni bir yılı karşılaması.

Dilerim 2013 tüm güzel dostlara sevginin sonsuzluğunu, huzurunu, bereketini getirsin. Hayatımızdan sevgi hiç eksik olmasın. Sevginin bereketiyle kurduğumuz hayallerimiz hayatın akışında gerçekliğini bulsun.

Hepimize Mutlu Bir Yıl Olsun!


5 Mayıs 2012 Cumartesi

Ortadoğu'nun Paris'i: Beyrut

İş icabı gittiğim şehirler arasına Beyrut da eklendi geçtiğimiz haftaki seyahatim sonrasında. Çok yorucu bir iş temposunun içerisinde pek gezip dolaşma imkanım olmasa da ufak tefek izlenimlerimi yazmak istiyorum.

En sevdiğim yazar olan Amin Maalouf'un doğduğu Lübnan şehri Beyrut. İç savaşın başladığı 1975 yılında Amin Maalouf gibi birçok kişi ülkeyi terketmiş. Şimdilerde ise toplam nüfusu 3 milyon olan Lübnan'ın 1.5 milyonluk nüfusu Beyrut'ta yaşıyor. Dünya'nın birçok yerinde şehir "Ortadoğu'nun Paris'i" olarak anlatılıyor. Aynı zamanda da tezatlıkların şehri...
15 yıl süren iç savaş sonrasında yeniden yapılanan bir şehir burası. Ayrıca 2006 yılında İsrail'in bombalamaları üzerine bir yara daha alınca hala hasarlı olan birçok binayı şehirde görmek mümkün. Tabi bu hasarlı binaları görünce ister istemez biraz tedirgin oluyor insan. Biraz da karamsarlık çöküyor sanki üzerine.

Hala hasarlı binalar olmasına rağmen, şehirdeki çoğu bina tamamen yenilenmiş durumda. Özellikle şehir merkezindeki binalar tarihi yapılarını koruyacak biçimde yenilenmeye çalışılmış. 

Tezat olma özelliği sadece Beyrut'a değil, genel olarak Lübnan'a has bir özellik aslında. İç savaş başlayana kadar ülkenin yarısı Hristiyan, yarısı Müslüman iken iç savaştan sonra oran Müslüman'ların nispeten çoğunluk olacağı şekilde değişmiş. Fakat diğer yandan, çoğunluk olarak görülen Müslümanlar da kendi içlerinde Sünni ve Şii olarak çeşitlilik gösteriyor.

Akdeniz şehri olması sebebiyle, insanları genellikle sıcakkanlı. Misafirperverlik bizdeki gibi denebilir. Hatta bazen abartı bile olabilir. Nasıl ki Sultanahmet'te dolaşırken hizmet edicem diye sıkboğaz ederler, burda şehir merkezinde de durum farklı değil. Hizmet etme aşkıyla yanıp tutuşan mekan sahipleri, biraz sıkıntı verebilir:)

İnsanı sıcakkanlı evet. Fakat biraz fazla tezcanlı. Yani öyle böyle değil, çok tezcanlı. Heleki benim gibi ağır aksak bir insanı biraz zorlayabiliyor bu tezcanlılık. Bu tezcanlılıktan olsa gerek, kural denen bir şey kesinlikle yok şehirde. Daha uçağa binerken ve uçaktan inerken bunu farkedebiliyorsunuz. Ben farkettim en azından :) Yani bana battı biraz da diyebilirim :)

Hani uçağa binerken, insanlar bir türlü eşyalarını yerleştiremediği için uzun koridorlar olur ya, hah işte, bu koridorlar Beyrut uçağında çok daha uzun sürüyor. Ayakkabılarını çıkartıp koltukların tepesine çıkan ve elindeki koca çantayı yukardaki küçücük dolaplara yerleştirmeye çalışan kadınlar görmek mümkün. Uçuş bitip, daha uçak yere inmeden kemerlerini çözüp bir telaşla ayağa kalkıp eşyalarını almaya çalışan ve hostesleri "lütfen yerlerinize oturun" diye defalarca bağırmak zorunda bırakan insanları da yine ilk defa Beyrut uçuşunda gördüğümde insanları hakkında az çok fikir sahibi oldum. Özet olarak, beni aşırı strese sokan insan grubu diyebilirim :) Ha iyiliklerine, misafirperverliklerine diyeceğim yok. Ama bu aşırı tezcanlılığa muhtemelen birkaç günden fazla dayanamam ben :)

Gelelim yeme içme mevzuuna. Yemekler gerçekten tam on numara. Et yemez bir insan olmama rağmen benim için bile yiyebilecek çok fazla şey vardı. Mezeler bizdekine çok benziyor. Fakat hepsi daha bir ekşi. Patlıcan salatası mesela onlarda da var ama daha ekşi. Bizdeki patlıcan salatasını tercih ederim. Fakat Humus çok güzel. Bizim yaptığımız humusla pek alakası yok, gerçekten çok güzel. Çeşit çeşit Lübnan yemeğini denememiz için Karam diye bir restorana götürdüler bizi. Downtown'da, sokak arasında bir yer ve hem yemekler hem servis dört dörtlük. Gidecek olanlara tavsiye ederim. Ayrıca restorandan çıktığınızda downtown'da yürüyüş yapabilir, sokak içerisindeki kafelerde oturup nargile içebilirsiniz. Ha bu arada, zeytinleri çok acı. Zeytin konusunda hiç tarafsız olamıcam malesef. Bizim zeytinlerimizden daha güzelini şimdiye kadar hiçbir yerde yemedim. Eğer denk gelir de yersem, özellikle büyük harflerle yazıcam zaten.

Bu arada gece hayatı çok meşhur Beyrut'un. Özellikle iki ülke arasında vize uygulaması da kalktığı için 1.5 saatlik uçuş mesafesindeki bu şehire haftasonu için bile gidip gelmek çok kolay. Hem Atatürk hem de Sabiha Gökçen havalimanından her gün karşılıklı birçok sefer düzenleniyor. Hatta bana sorarsanız sadece kısa bir haftasonu gezisi için gitmek daha mantıklı. Zira 2 günden sonra biraz sıkılabilirsiniz. Küçük bir yer olduğundan sebep heryerini gezip görmek için de 2 gün yeterli olur diye düşünüyorum. Velhasıl gezip görmek, birkaç günlüğüne vakit geçirip farklı bir deneyim yaşamak için güzel ve fiyat olarak da ekonomik bir şehir Beyrut. Ama şunu da aklınızda bulundurun ki, her an her şey olabilir bu yaralı şehirde...


24 Ocak 2012 Salı

Polonya-2

Çok çalışıyorum. Öyle böyle değil hem de. İşkolik oldum çıktım adeta. Ama çok da memnunum. Şimdilik öyle en azından. Velhasıl bu işten güçtendir ki, güzelim sayfamı terk-i diyar eyliyorum. Fakat bir yandan da aklım hep Polonya'da.  Hazır aklım Polonya'dayken gecenin bir vakti şimdi, güzel bir akşam yemeğinden dönmüş ve hafif çakırkeyfken, iki satır Polonya yazı-çizilerime devam edeyim diye düşündüm, haydi bakalım hayırlısı.

Ne demiştik, güzel bir akşam yemeğinden döndüm şu anda keyfim yerinde. Güzel insanlarla birlikte olunca, iş amaçlı da olsa güzel geçiyor vakit. Her ne ise konumuz benim iş yemeklerim değil tabi ki. Ama hazır konu yemekten açılmışken Polonya'da ne yeyip ne içtiğime biraz da değinmek istiyorum.

Ben daha önceleri kendim bizzat Polonya hakkında araştırma yaparken, kendilerine özgü hiçbir yemekleri olmadığı kanısına varmıştım internetten şurdan burdan edindiğim bilgilere dayanarak. Fakat gidip görünce anladım ki, bizim burnu büyükler halt etmişler. Tabi ki dünyanın hiçbir yerindeki mutfağı, türk mutfağıyla kıyaslamak doğru olmaz, gerçekten eşi benzeri olmayan bir mutfağımız ve zengin yemek çeşitlerimiz var. Doğal olarak Polonya mutfağı da bu zenginlikle kıyaslanamaz. Ama onların da kendine has bir kültürü ve bu kültürün getiri birtakım özel yemekler var.



Yan tarafta görmüş olduğunuz çorba, "ekşi çorba" diye geçiyor(sour soup). Aslında geleneksel Polonya çorbası bu. Bizim bildiğimiz buğdayın, işlenmeden de önceki halini uzun bir süre suda bekleterek fermente ediyorlar önce. Sonra da çorba haline getirip böyle yumurtalı ekmekli filan yiyorlar. Özellikle kahvaltı ve öğle yemeklerinde yenmesi çok makbul. Benim damak tadıma uygun değil kendisi, fakat birçok insan bayılarak yiyor.



Pancar Suyuna Dumpling Çorbası
Bizdeki mantıya benzer "Dumpling"(ya da orjinal ismi ile pierogi) denen hamurlar çok meşhur Polonya'da. Birçok evde her hafta yapılıyor hemen hemen. Ama bizdeki gibi işi hazıra dökmemişler tabiki. Hala hatunlar güzel güzel hamur yoğurup, elleriyle açıyorlar. Bizim mantı kadar ince açılmıyor tabi orası ayrı. Bu dumplingler, peynirli, kıymalı, mantarlı ve lahanalı yapılabiliyor Büyük büyük yapılan peynirli ve mantarlı çeşiti genelde haşlanıp tereyağı ve soğanla kavrularak servis ediliyor. Kıyma ile yapılan daha küçük olanlarından ise genelde çorba yapıyorlar. İki türlüsü de benim için çok lezzetli.


Daha başka türlü geleneksel çorbaları da mevcut. Hepsinden bahsetmeyeceğim. Ama en önemli çorbadan bahsetmezsem olmaz. Özellikle Noel arefesinde yenen özel akşam yemeğinde  bu çorbanın patates eşliğinde masada yer alması gerekiyor. Bu çorba kurutulmuş yabani mantardan yapılıyor. Görüntüsü aynı resimdeki gibi kahverengi. Tadı ise ekşi. Ama ben sevdim. Değişik, hoş bir şey ve hafif. Patatesle birlikte yenmesi özellikle tavsiye olunur.



Çorbalar bir kenara dursun, lahana ve patates Polonya mutfağının baştacı sebzeler. Hatta pek bunlardan başka bir sebze kültürleri yok denebilir aslında. Etin çok önemli bir yeri var tabi ayrıca. Etçil bir insan olmadığım için bu kısmı beni ilgilendirmiyor ve direk atlıyorum.

Gelelim tatlılara. Tatlı olarak çeşitli kekler mevcut. Elmalı tartar ve kurabiyeler de bol miktarda bulunabilir. en geleneksel keklere örnek olarak ise "Sernik" ten bahsetmezsek olmaz. Aslında sernik, bildiğimiz cheese-cake, fakat daha bir farklı versiyonu. İçinde genelde elma da oluyor ve daha bir ekşimsi tadı oluyor. Ben çok seviyorum orası ayrı mevzu. 10 dilimi bir anda yiyebilirim, banamısın demez.
Son olarak "Pierniki" den de bahsedip yemek mevzuuna nokta koymak istiyorum, zira bunun sonu yok, hele ki benim gibi bir pisboğaz sözkonusu olunca. Neyse, Pierniki, aslında Polonya'nın Torun şehrinden geliyor. En ünlü üretici de Torun'da bulunuyor. www.kopernik.pl adresinden detaylı bilgi edinilebilir, Polonya'ya gidildiğinde eşe dosya hediyelik bu kurabiyelerden getirilebilir. Evlerde bu kurabiyelerin, kek versiyonu da yapılıyor. Pierniki'nin genel olarak özelliği, içinde değişik birçok  baharat bulunması. Karanfil ve zencefil bunların başlıcası. Bu sebepten çok değişik ve mayhoş bir tadı var. Mutlaka denenmesi gerekiyor.

Velhasıl, Polonya'nın kendine has bir yemek kültürü var. Çok yemeğe düşkün değiller, ama hala kendi kültürlerinin olması çok güzel. Avrupa'nın birçok yerine gittiğimde, klasik İtalyan yemeğinden ya da standart yemeklerden başka özel kültürel bir şey servis edildiğini görmedim. O yüzden bu çeşitlilikleri görünce çok hoşuma gitti.

Gece vakti bu kadar yemek muhabbeti yeter sanırım. Çatlamak üzereyim adeta. O kadar yemek yedim, hala doymamış gibi geldim bir de yemekleri anlatıım. Neyse güzel oldu, tatlı niyetine. Umarım sizin de hoşunuza gider, değişik değişik iştahınızı açar belki. Haydin kalın sağlıcakla...