Benden Ondan Bundan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Benden Ondan Bundan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Kasım 2019 Çarşamba

X Eşittir Y!

Neden geldin?

En son Eylül ayının başlarında gittiğim Varşova’dan geçtiğimiz hafta İstanbul’a geldiğimden beri en çok duyduğum sorunun bu olmasına çok şaşkınım. 38 yıllık memleketime gelmek için insanlara açıklama yapmam gerekeceği hiç aklıma gelmemişti daha önce. Hoş açıklama yapmıyorum zaten orası ayrı. Ama ben açıklama yapmadıkça, insanların merakı daha da artıyor sanırım.

Merak edenlerin merakını gidereyim. Rakı içmeye geldim canlarım. Şöyle taze taze mezelerin olduğu güzel bir sofra, sofranın etrafında da kadeh tokuşturabileceğim birkaç dost. İşte bu kadar!

Ah be canlarım, ne meraklısınız o ninelerinizden miras kalan ve hiçbir hayrını görmediğiniz kalıplara sıkı sıkı tutunmaya. Eski püskü x eşittir y denklemleriyle doldurmaya bayılıyorsunuz beyinlerinizi. Ama bir şey diyeyim mi, daral geliyor bana o eski denklemlerden. Çünkü bana yeni yollar gerek. Yeni “x eşittir y”ler gerek.  Öyle çok önemli bir insan olmam da gerekmiyor. Önemli bir insan olup sıradan bir yol yürümektense, sıradan bir insan olup farklı yollar yürümek daha fazla şey katıyor bana. Ama hem sıradan bir insan olup hem de sıradan bir yol yürümek intihardan başka bir şey değil bana sorarsanız. 

Basit bir sorudan ta nerelere geldik. Hepi topu neden geldiğimi soruyor insanlar. Ama bence o kadar da basit değil işte! Çünkü insanlar diyor ki, sen yurt dışına gittiysen orada kalacaksın, senede bir kere ya da bilemedin en fazla iki kere gelip aileni görüp tatilini yapıp gideceksin. Ben öyle yapmadığım için onların zihinlerini rahatsız ediyorum. Çünkü x eşittir y hata veriyor, denklem bir türlü denkleşmiyor. 

Bu kadar sık gidip geldiğine göre zengin olmalı diyorlar herhalde. Halbuki aldığım bir uçak bileti onların aylık sigara ve kuaför masrafı belki de. Ya da kocasıyla arası mı bozuldu acaba diye merak ediyor olabilirler. Bilmiyorlar ki arada bir gidip gelince özlemenin tadı ne güzel. Hem özlediğin memleketine doyuyorsun hem sevdiceğini özleyip döndüğünde ona daha sıkı sarılıyorsun. Bir taşla iki kuş. Hem de hayatını basma kalıplara göre şekillendirmiyor olmanın özgürlüğünü yaşıyorsun o da üçüncü kuş. Hatta benim için en önemlisi bu üçüncü kuş sanırım. İçine sığamadığım kalıpları delip geçme fırsatı. 

Hayatta elbet x eşittir y denebilecek zaruri durumlar da var. Ama bu zaruri durumlar haricinde x olabilir y türü eşitliklerin sayısının çoğalması, hayatı daha mutlu yaşama ihtimalimizin de artmasını sağlıyor bence. Ne kadar çok x eşittir y, o kadar çok basma kalıp ve bu demek ki o kadar sana ait olmayan bir hayat demek. Başkalarının dayattığı denklemleri uyguladığın bir hayatta ne kadar mutlu olabilirsin ki? 

Ben ancak kendi denklemlerimi kurmaya başladığım günden beri yaşıyor hissediyorum kendimi. Öncesi sanki başkalarının hayatı gibi geliyor geriye baktığımda. X olabilir Y dediğim günden beri zihnimin tüm hücrelerine yayılan esneklik, hayatımın her noktasını esnetip genişletti. Yaşadığım müddetçe de esnemeye devam edecek. Köhnemiş denklemleriniz sizin olsun, ben zihnimi kirleten tüm x eşittir y lerle savaşmaya devam edeceğim ve hepsinden arındığım gün hayatımı daha genişlemiş daha özgürleşmiş bulacağım! 







26 Mart 2017 Pazar

Zaman'a Teslim Olmak

Zaman…
Hani şu her şeyin ilacı olan...Doğruymuş. 
Zamanın akışına olduğu gibi bıraktığın zaman kendini, hayat da akıyormuş bir şekilde. Daha huzurlu, daha dingin, daha farkında olarak her şeyin.

Öğrendim bunu en sonunda. Her ne kadar ilk başlarda bir o yana bir bu yana savrulsam da, 36 yaşıma yaklaştığım şu günlerde artık kendimi bütünüyle zamanın egemenliğine bıraktım. Artık inatlaşmıyorum onunla 20’li yaşlarımdaki gibi.  Geç kalmışım, henüz erkenmiş gibi endişeler yok artık. Önüme ne sunarsa o var. Uçsuz bucaksız masmavi bir denizin engin sularına bırakır gibi bırakıyorum kendimi zamanın kendi bildiği gibi ilerleyen akışına. Bilmiyorum yarın beni nereye götürecek. Önemli değil. O biliyor nasıl olsa. Patron o. Alıp götürecek beni olmam gereken yere, yapmam gerekenleri yapmam için. Üç gün sonra beş gün önce olmasının bir ehemmiyeti yok. Doğru zaman diye bir şey var bunu da öğrendim. Sen istediğin kadar diren zamana karşı, o doğru zaman denen şey kapına dayanmadan ilerlemiyor yelkovan. Çırpındığınla, yıprandığınla, etrafını yıkıp geçtiğinle kalıyorsun direndiğinde.

Şuraya yazmadığım iki yıl içerisinde hayatımda olup bitenin haddi hesabı yok. Önce biraz sevinç, tatlı telaşeler, sonra biraz üzüntü, sonra biraz daha büyük acılar derken duygusal yoğunluğu yüksek günler içerisinden geçip, kendimi kollarına bıraktığım zamanın akışında yine sağa salim yürümeye devam ediyorum. Hayat her geçen gün kendimle daha fazla baş başa kalacağım, daha fazla tek başınalığı deneyimleyerek yalnızlığımla barışmamı sağlayacak bir şekilde ilerledi. Kendimi tanıyıp yalnızlığımla barışınca daha iyi anladım tüm gençlik hatalarımın, geçmiş korkularımın sebebini. 

Büyümek bu olsa gerek. Yoksa olgunlaşmak mı? Aslında zamanın her birimizin önüne sundukları büyüyüp olgunlaşmamız için gerekli bir mücadele mi? Sanırım evet. Teslim olduğunda mücadeleden sağa salim çıkabiliyorsun ancak. Teslim olmadığında ise, bir o yana bir bu yana savrulurken kaybolmuş buluyorsun kendini. Issız bir ormanın ortasında nereye gideceğini bilmezmişçesine çaresiz, korku ve endişe içinde…

25 Ocak 2015 Pazar

Beni Sarar Melankoli


Öyle bir melankoli haliyle başladım ki 2015’e, şu satırı yazarken bile bir yandan kafamda deli düşünceler kol geziyor. Yazayım da rahatlayayım tarzında sabit bir düşünce olsa kolay iş. Ama öyle değil. Bildiğin jet hızıyla yüzlerce düşünce gelip geçiyor sürekli aklımdan.
Sanırım hepsi 2015 eksi 1981 işleminin sonucunun 34 olduğunu fark etmemle başladı. Yeni yıla girerken yeni yaşıma da hazırlık yapayım bari düşüncesiyle çıktı tabi bu işlem. Sonra da olan oldu. Sanırım bir nevi 35 yaş sendromuna girdim.

Çocukluk fotoğraflarıma bakıp bakıp ağlıyorum. Öyle böyle ağlamak değil hem de, hüngür hüngür. Tam olarak neye ağlıyorum belli değil. Geçip giden zamana mı, yaşlanıyor olmaya mı, yaşanmışlıklara mı yoksa yaşanamamışlıklara mı…bilmiyorum. Bir burukluk bir melankoli hali işte.

Aslında melankoli benim hayatımda hep vardı. Küçüklük fotoğraflarıma bakınca daha bir hatırladım. Hep bir hüzün vardı üzerimde çocukken bile. Mutsuzluk değil bu başka bir şey. En mutlu olduğum anlarda bile yaşanan bir “hüzün” bir “burukluk”. Şimdi gün geldi çattı 34 yaşıma geldim, hazır 35 yaş sendromuna da girmişken bu hüzün tarafımla yüzleşmeye koyuldum.

Küçükken yazın ortasında sandıktan kazaklarımı çıkarır giymeye çalışırdım annem algılayamazdı. Bunu yapma sebebimse kışı özlüyor olmamdı. Halbuki yazı çok severdim, sürekli denize girer çıkmak bilmezdim (hala öyleyim) çok mutlu olurdum, ama bir şekilde kışı tamamen geride bırakmış olmak beni hüzünlendirirdi, sanki kış bir daha hiç geri gelmeyecekmiş gibi. Aynı şeyi kışın da yaz mevsimi için yapardım. Yazlık tişörtlerimi çıkarır giyerdim anne ben yazı özledim diyerek.
Şimdi artık büyümüş olmanın farkındalığıyla ne yazın kışı ne kışın yazı özleyip hüzünlenmiyorum. Ama bu sefer de farklı hüzünler oluyor elbet. Yeni yılı karşıladığım yabancı ülkede kendi ülkemde olmadığım, sevdiklerimden uzak olduğum için hüzünleniyorum mesela, ama dönünce de oradan uzak olduğum için, oradaki sevdiklerimden uzak olduğum için... Sonra sorgular halde buluyorum kendimi. Nereye, neye aitim ben diye. Yaza mı kışa mı? Oraya mı buraya mı? Peki acaba bunun bir önemi var mı? İnsan illa bir yere ait olmak zorunda mı?

Belki zorunda değildir ama insan ait olma ihtiyacı duyuyor bir şekilde bir şeye bir yere.  Belki de benim hayatım boyunca hüzün diye adlandırdığım şey, eksik, tamamlanmamış bir duygu. Ne aileme, ne doğup büyüdüğüm yere, ne ailemin geldiği yere, ne başka bir ülkeye, ne arkadaşlara, ne müziğe, ne yaptığım işe… hiçbirine hissetmediğim aidiyet duygusu. Hepsine olan sonsuz sevgimle kendimi hiçbirine tam olarak ait hissetmeyişimin arada kalmışlığı…

Evet arada kalmışlık… Yaz ile kış mevsiminin arasında, gece ile gündüzün arasında, aile ile sevgili arasında, iş ile aşkın arasında, gurbet ile sıla arasında, hep arada, her şey arada. Hiçbir şey tam değil o yüzden. Hep bir eksik. Hep bir yalnız. Hep bir melankoli…

Tam da Sabahattin Ali’nin dediği gibi;
Ne bir dost ne bir sevgili
Dünyadan uzak bir deli
Beni sarar melankoli

 

10 Temmuz 2014 Perşembe

Denize Dönmek İstiyorum


Her seferinde böyle yapıyorum. Bir daha arayı bu kadar uzatmayacağım diyorum ama dönüp dolaşıp bakıyorum ki o ara yine uzamış.  Hep de bir bahane buluyorum. Yok, iş yoğun, yok hayat yoğun, yok şöyle yok böyle. Hâlbuki düpedüz benim beceriksizliğim daha doğrusu disiplinsizliğim. Ya da tembelliğim, bilemiyorum. Aynı anda farklı şeyleri hayatımda bir arada yürütmeyi beceremeyişim. Her ne ise bir şekilde bu ara uzuyor. Aslında ne çok yazmak istiyorum. Bazen birkaç kelime geçiyor içimden, hah diyorum yazmam lazım, sonra yine başka şeyleri sokuyorum araya, uçup gidiyor.

Her ne kadar ara versem de, bir bahane bulup ihmal etsem de, burada bana ait bir yerin olduğunu bilmek benim de ait olduğum en azından bir yer olduğunu hissettiriyor, güven veriyor bana. Kuralı olmayan, ya da varsa bile bir kural sadece benim koyduğum, her şeyini benim belirlediğim, istediğim zaman geldiğim, özgürce tembellik edip bazen aksattığım, ama geldiğimde aynen yerinde bulabildiğim bana ait bir dünya. Ve benim ait olduğum, içinde en özgür olduğum dünya…

En son 2 ay önce uğradığımdan bu yana günlerim epey bir seyahatle geçti. Mayıs ayında, yüzlerce madencimizin acısının içimize oturduğu ve ülkemizde yas ilan edildiği vakitler iş seyahati için Malta’ya gittim ve Mayıs sonuna kadar oradaydım. Döndükten sonra da 1 haftalık bir İzmir seyahatim vardı. Sonrasında da temmuz gelmeden işleri toparlayayım diye İstanbul ve çevresinde oradan oraya koşturdum. Ramazan’ın gelişi ile birlikte kimilerinin üzerine oruç rehaveti çöktü, kimileri de tatile gitmeye başladı, bu vesile ile işler de biraz sessizleşmeye başlayınca ben de biraz kendimle ilgilenmeye başladım çok şükür.

Hazır kendime biraz vakit bulmuşken yüzüyorum bol bol. Şu dünyada en sevdiğim aktivite yüzmek. Tüm hücrelerimi tek tek hissediyorum attığım her kulaçta. Yoruldukça daha çok yüzmek istiyorum inadına. Denize siftah edemedim daha bu yıl ama şimdilik havuzla idare ediyorum. Çeşme’nin serin sularına atıcam inşallah kendimi yakında, deniz gibisi yok, çok özledim…

Denizi öyle seviyor öyle özlüyorum ki, cennet dendiği zaman aklıma hemen güzel bir deniz geliyor. Masmavi denizin önünde oturmuşum içime çekiyorum kokusunu, sonra bırakıyorum kendimi kollarına engin maviliğin.

Bütün yıl oradan oraya koştururken beni motive eden en önemli şey yazın gelip denize kavuşacak olmam. Masmavi, pırıl pırıl, upuzun sahilinde kah yürüdüğüm kah sularında kulaç attığım denize…

Nazım’ın şiirindeki gibi, denize dönmek istiyorum. Yazın gelişiyle iş bitti adeta kafamda. Rölantiye aldım en azından. Her fırsatta denize gitmek istiyorum, denizi düşlüyorum.

Nazım bu şiiri adeta benim için yazmış, ne de güzel yazmış…

Denize dönmek istiyorum!
Mavi aynasında suların,
Boy verip görünmek istiyorum!
Denize dönmek istiyorum!
Gemiler gider aydın ufuklara gemiler gider!
Gergin beyaz yelkenleri doldurmaz keder.
Elbet ömrüm gemilerde bir gün olsun nöbete yeter.
Ve madem ki bir gün ölüm mukadder;
Ben sularda batan bir ışık gibi
Sularda sönmek istiyorum!
Denize dönmek istiyorum!
Denize dönmek istiyorum!

11 Aralık 2013 Çarşamba

Bir İş Kadınının Güncesi

Zaman zaman bahsediyorum, ay şöyle yoğunum böyle yoğunum bi taraflarımı kaşıcak vaktim yok diye ama ne iş yaptığımı kimse bilmiyordur muhtemelen. Hoş bilenler de pek anlamıyor ya neyse.

İçindeki müzik aşkına rağmen aman düzenli bir hayatım olsun diye kimya mühendisliği eğitimi almış bir insancağızım ben aslında. Ha bundan pişman mıyım bilmiyorum. Yaptığım hiçbir şeyden pisman değilim aslında ama sadece sorguluyorum arada yaptıklarımı. Onu seçmeseydim yolum nasıl olurdu, nasıl ilerlerdi diye. Belki de kader denen şey budur, seçeceğimiz belli başlı şeyler bellidir belki de gerçekten. Öyle ki o seçilen yollarda ilerleyip şaşırtıcı noktalara varıp şaşırtıcı insanlarla karşılaşabiliyoruz bazen.

Doğru yol mudur yanlış mıdır kader midir değil midir bilmiyorum ama nihayetinde on yıldır iş hayatındayım şaka maka. Aldığım kimya mühendisliği eğitimi ve yabancı dil bilgimin yardımıyla çoğu zaman hep uluslararası firmalarla, farklı kültürden yüzlerce insanla haşır neşir oldum.

Şimdilerde de yine uluslararası bir firmadayım. Plastik sektörüne bazı hammaddeler üreten firmanın Türkiye'deki birtakım işlerini yürütüyorum. Bu yürütme işlerini yurtdışı merkezli yapmak gerektiğinden bir koordinasyon sağlama, sürekli yurtdışı ile iletişim halinde olma, sürekli gidip gelme halinde olmak gerekiyor. İş de dinamik olduğundan günün sonunda yapılacak işler listesi hep çoğalıyor. 

Geçtiğimiz hafta İstanbul'da fuarımız vardı. Haftasonu, gece, gündüz demeden çalıştım. Benim iyi mi kötü mü olduğunu bilemediğim bir huyum da bir şeyi sahiplendim mi varımla yoğumla bütün enerjimle çalışıp didiniyorum sahiplendiğim şey için. Şu anki işimde de durum böyle. O yüzden pek kafamı kaşıcak vaktim olmuyor. Gerçi ben sahiplenmesem de bir şey değişmeyecek. Fuar zamanı gündüz fuarda bütün gün gelen ziyaretçilerle ilgilenip, akşamları da yurtdışından gelen arkadaşlar ve yöneticilerle birlikte yemekler organize etmek gerekiyor mecburen. Hal böyle olunca günlük birkaç saatlik uyku ile idare etmeye çalışıyorum.

Önümüzdeki hafta başka bir maraton bekliyor. Yıl sonu toplantısı için şirket merkezine gideceğim ve bütün bir hafta orada olmam gerekiyor. Yine aynı tempo, gündüz toplantılar, eğitimler, akşam yemekler. Gitmeden önce hazırlık yapmak gerekiyor tabi bir de, sunumlar, rakamlar, raporlar vs.. Bol bol enerji lazım bana o yüzden. Daha çok enerji lazım...

24 Kasım 2013 Pazar

Evren ve Biz

Enerji çalışmalarıyla her geçen gün daha çok ilgilendiğim şu son 4-5 yıl içerisinde diğer gezegenlerin, güneşin, ayın ve dolayısı ile etrafımızdaki enerji değişimlerinin üzerimizde meğer ne kadar etkisi olduğunu hayretle izler ve bu etkileri bizzat deneyimler oldum.

Bir yandan kaderimizin bizim elimizde olduğunu düşünüp, bir yandan da çizdiğimiz bu kader yolunda önümüzde bizim gücümüzü, yolumuzu etkileyen yüzlerce etkenin olduğunu görmek aslında bir çelişki. Kaderimiz gerçekten bizim elimizde mi yoksa önümüze çıkan engeller karşısında ne yaptığımız mı kaderimizi ortaya çıkarıyor? Gerçi yine her halükarda kaderimiz dönüp dolaşıp bizim elimizde oluyor öyleyse değil mi? İşte sürekli böyle sorularla meşgul kafam şu günlerde. 

Ekim ayında gerçekleşen ay tutulması, sonra Merkür retrosu, sonra güneş tutulması ve ardından güneşte meydana gelen patlamalar derken, birkaç hafta içerisinde peş peşe çok önemli olaylar meydana geldi gökyüzünde. Bu olayların dünya üzerinde yarattığı etkinin özeti ise, “değişim”. Hem bireysel, hem toplumsal anlamda bir değişim. 21 Aralık 2012 döngüsüyle başlayan ve üzerimizdeki etkisi giderek artan ve daha da artacak olan değişim…

Evrenin içinde adeta okyanusun içindeki bir su damlası kadar yer kaplayan bizler nasıl etkileniyoruz evrendeki ani değişimlerden? Bir gezegen normal yönünün aksinde hareket etmeye başlıyor ve hepimizin dengesi şaşıyor. Okyanus kabardığı vakit, nasıl ki her su damlası dalgaların içinde gel-git hareketiyle sarsılıyorsa, bizler de aynı şekilde sarsılıyoruz. Karakterimize ve bu hayat yolunda gelişimimiz için gerekli olan deneyimlere göre sarsılma şeklimiz değişiyor sadece.
Evrenin yarattığı enerjiler “değişim” diye bağırırken biz insanlar üzerindeki en kaçınılmaz belirtiler hastalıklar, aşırı yorgunluk, gerginlik, baş ve eklem ağrıları, mide bulantısı, baş dönmesi, tansiyon yükselmeleri olur genellikle. Sanırım ben biraz fazla haşır neşir olup yakından takip ettiğim için adeta iki kat yaşıyorum bu belirtileri.
Kafam yataktan kalkmıyor resmen. Biraz güç bulup kalkacak olsam ya başım dönüyor ya da midem bulanıyor.  Bedenim sürekli uyarı halinde. Gece ateşler içinde uyanıyorum birdenbire. Başka bir günse ter içinde uyanıveriyorum. İşin en kötü yanı, hali hazırdaki iş ve yaşam koşullarımın aşırı yoğun olması ve benim yeterince dinlenemiyor olmam. Çünkü biliyorum ki şu süreçte yapılacak en güzel şey bol bol dinlenmek aslında. Fakat dinlenmeme izin vermiyor koşullar. Dinlenemedikçe deliriyorum ve daha çok geriliyorum. Belki de artık bu koşulları değiştirmem gerektiğinin sinyalleri bütün bunlar. Zihnim ben farkında olmadan bu değişime direnç gösterdikçe de bedenim acısını çekiyor. 
Şahsen ben ruhen beni bir adım daha ileriye taşıyacak, ruhsal özgürlüğümü daha iyi bir şekilde deneyimlememi sağlayacak bir sonraki adıma, yani değişime hazırım. Yılların kalıplarını bilinçaltında taşıyan zihnimin de bu değişime hazır olmasını diliyorum bir an evvel. Hazır olsun ki, dönüşüm gerçekleşsin, bedenim de ruhumla birlikte dengeye gelsin.




3 Eylül 2013 Salı

Uçtu Uçtu Kuş Uçtu

Bunca zamandır sürekli o şehir senin bu şehir benim seyahat ediyorum ama şimdiye kadar hiç bir uçuşu kaçırdığım olmamıştı. Son dakikada yakaladığım zamanlar olmuştu ama ilk defa bugün saçmasapan bir trafik yüzünden kaçırdım sonunda. En sinir bozucu tarafı da, gideceğim mesafenin altı üstü Maltepe'den Sabiha Gökçen Havalimanı oluşu. Bu mesafe normalde 15 dakikadır. Malum Anadolu yakasında trafik bile olsa taş çatlasın yarım saatte ya da 40 dakikada giderim diye düşünürsün Maltepe'den Sabiha'ya. Fakat 1.5 saatte gitmek nedir, nasıl bir olağanüstü durumdur anlamış değilim!!!
Sabah 9.20 uçağı için uçuş kartıma varana kadar internetten almışım bir güzel, o yüzden evden rahat rahat çıktım 8'de. Normal şartlarda erken bir saat. Ama o da ne E-5 kilit. Varabildiğim ilk sapak noktası Kartal kavşağı idi, sapayım da otobana gideyim bari dedim. Sapmaz olaydım. Otoban kilit. Saat zaten 9 olmuştu ben otobandayken. Ama bir ümit belki uçak rötar yapar filan diyerek gittim havalimanına. Arabayı verdim valeye bir hışımla. Sonra koştur allah koştur. Kapıyı da mübarek terminalin en ücra köşesine vermişler. Uzun zamandır böyle koşmamıştım. Nefesim kesildi koşmaktan. İki hafta önce ameliyat olduğum yumurtalığımın adeta yerinden oynamaya başladığını hissettim. Kapıya vardığımda zaten derin bir huzura erdim. Kapı kapanmış ve kapı görevlileri bile olay mahalini terketmiş. Tam o sırada diğer kapılardan birinde boardinge yeni başlayan başka bir izmir uçuşu gördüm. Sonra tekrar koşmaya başladım, Pegasus satış ofisi istikametine. Ama yok efendim bilet satışı kapandı artık dediler. Bir sonraki en erken uçuş da öğlen 1.30'ta. Ben yapmışım zaten günübirlik program, neye yarar o saatten sonra gitsem izmir'e. Lanet olsun dedim tıpış tıpış döndüm eve. Bu saat oldu hala sancım var, karnım bir yandan bacaklarım bir yandan ağrıyor. Her şerde bir hayır vardır illaki ama bu İstanbul tarfiğinin hayırlı bir tarafını görmüyorum ben. Sabır törpüsü mü desem ömür törpüsü mü desem ne desem bilemiyorum. Ya sabır diyerek geçiştiriyoruz her günü...

27 Ağustos 2013 Salı

Kadın Olmak Ne Zormuş Arkadaş!

Oooof Offf!! 

Farkettim de hiç of çekmemişim şimdiye kadar, yazdığım hiçbir mecrada. Halbuki ne güzel bir rahatlama enerjisi vardır her of çekmede. Adeta içindeki sıkıntılar çıkar gider dışarı. Of sesi oh sesine dönüşür bir sonraki aşamada.

Başlıktan yola çıkıp da şikayetçi olduğum sanılmasın. Şikayetçi değilim, bilakis, kadın olmayı çook seviyorum. Hatta bu dünyadaki sınavlarımın başında kadınlık kavramının geldiğini düşünüyorum. Böyle düşünmemde babaannemin adının İsmet, anneannemin adının Zeynep olmasının da bir etkisi var mıdır acaba? Saçmalık değil bence, elbette ki vardır!

Bu dünyadaki hiçbir şey tesadüf değil. Hayatımıza girip çıkan insanlar, akrabalar, anne, baba, eş, dost, kardeş, anneanne, babaanne, teyze, hala, amca, dayı...hiçbiri tesadüf değil. Hayatımıza giren herkesin, bir süre de olsa belli bir iletişim içinde bulunduğumuz herkesin aslında bu dünyaya gelme sebebimiz olan bazı dersleri almamızda belirli görevleri ya da rolleri var. Birileri geliyor gidiyor sonra diğerleri geliyor. Örneğin bir konuda bir dersi almamız gerekiyor ve buna yönelik bir insan giriyorsa hayatımıza, dersimizi almadığımız takdirde bir sonraki sefere yine o insan benzeri başka bir insan çıkıyor karşımıza. İşte o yüzden bazen ağlanıyoruz ya "ya beni de hep böyle insanlar mı bulur kardeşiiimmm!"

Seni onlar bulmuyor halbuki, sen öğrenmen gereken dersi almayıp değişime karşı direniyorsun aslında. Dolayısıyla hayat da karşına benzer sınavları çıkarıyor. Zaten hayat kademe kademe soruları değişen bir sınav değil mi ki?

Babaannesi İsmet, anneannesi Zeynep bir kadın olarak sanki hep bir tarafım erkek, bir tarafım kadın oldum hayatım boyunca. Babaannem hem görünüş hem karakter olarak(zaten isimden de belli) tam bir erkekti(Nurlar içinde yatsın). Anneannem ise tam bir prenses (Allah'ım ona daha nice yıllar ömür versin). Zaten Zeynep ismindeki kadınlar genellikle kadınlık enerjisi yüksek kadınlar olurlar.Velhasıl bu kadınlar benim bu dünyadaki gelişimimin rol modelleri oldular. Benim görevimse, ikisi arasında kalmış olan enerjiyi dengelemek oldu. Tabi ben bunları onca yollardan geçtikten sonraki bakış açımla bu şekilde yorumlayabiliyorum. Yoksa gençlik yıllarında birçok şey zaten otomatik olarak siz farkında olmadan gelişiyor. 

Kadınlıkla ilgili sınavlarımı geçip dengeyi bulma yolunda ne çok yollardan geçtim bakıyorum da. Sosyal baskıların bilinçaltında yarattığı kalıplar, hayatıma girip çıkan insanlar ve en önemlisi hastalıklar. Tevekkeli değil daha 14 yaşındayken araştırma hastanesinin "kadın hastalıkları" servisinde tutuldum, hem de bir hafta! Daha küçücükken, kadın hastalıkları da ne ola ki!!! Henüz vajinamı bile tanımıyordum! 

Dedim ya, hiçbir şey tesadüf değil. Puzzle'ın parçaları bir araya gelmeye başladıkça canlandırıyor insan büyük resmi kafasında. Şimdi ben de o yüzden birçok şeyin farkına varabiliyorum, daha açık bir gözle.

Son yıllarda içinde bulunduğum ruhsal çalışmalarla birlikte adım adım daha da aydınlatmaya çalışıyorum kendimi. Adım adım arınıyorum, bana hizmet etmeyen duygulardan, enerjilerden. Böylece dengemi buluyorum. Eminim ki daha çok yolum var, ömrüm ne kadarsa o yol da o kadar elbet. Ama bir yandan  katettiğim de bir yol var çok şükür.

Arınıyorum dedim. Hem de çok. Her arınma birtakım sınavlarla birlikte geliyor. Ya da beraberinde geliyor. Özellikle son bir yıldır etrafımızdaki enerjiler inanılmaz hızlı bir arınma içerisine soktu, aslında hepimizi. Ben de bu enerjiden nasibimi aldım haliyle.

Taksim'de ayaklanan gezi hareketi ile birlikte ben de ayaklandım yazın başında. Duygularım da ayaklandı. öyle bir ışık vardı ki etrafta, o ışıkta olmayı istememek ne mümkün! Attım kendimi o ışığın içine. Nasıl bir duygu yoğunluğu vardı o ışığın içinde! Tatmayan, yaşamayan bilmez! Ben o süreçte kişisel anlamda da birçok deneyim yaşadım. Derin bir arınma yaşadığımı hissettim ruhsal anlamda. Bir yerlerde saklanıp kalmış olan nefret, kin, intikam benzeri duygular birdenbire yüzeye çıktı ve hepsini el sallayarak gönderdim. Kendimi sevginin ve barışın kollarına açtım.

Meğersem o nefretler, kinler kadınlığımı da bloke ediyormuş ya arkadaş! Nasıl bir güçlü arınmaysa o öyle, hemen akabinde şiddetli karın ağrıları vücudumu esir aldı. Üst üste çok fazla uçak yolculuğu yaptığım için ona yordum ilk başta. Ama ne mümkün, bir gün, iki gün, üç gün, beş gün derken geçmedi ağrılar! Daha da şiddetlendi hatta. Sonra kasıklarıma doğru sabit bir ağrı oturdu ve kaldı orada. Ayağımı yere basamaz oldum. Her zamanki gibi bu süreçte yalnızdım, ailem şehir dışındaydı. Ama zaten sınavlarımdan biri de bu olduğu için hiç garipsemedim. Ne zaman başıma bir şey gelse ya da ne bileyim biraz daha ihtiyaç hali gibi bir durumda olsam, genelde etrafımdaki insanlar kaybolur. Dediğim gibi, bu benim deneyimim zaten, o yüzden bunu ben sevgiyle kabul ediyorum. Hatta artık o kadar alıştım ki buna, aksini düşünmek çok tuhaf geliyor. Sanırım o yüzden ameliyatımı bile sessiz sedasız oldum.

Sancılar baktım dinmiyor, doktor yolu göründü. Karnım ağrıdığı için gastroloğa gittim. Doktor ilk başta çok rahattı, bişey yoktur gibisinden. Bi ultrason yapalım en azından dedi. Sonra yaptıkları ultrasonda yumurtalığımda görünen tarif edemedikleri bir cisim çıktı. Bunun üzerine doktor paniklemez mi! hemen kolonoskopi, endoskopi, kanser testi ve jinekolog muayenesi istedi. Olayın yumurtalıkta olduğunu anladığım için gastrologla bir işim kalmadığını o anda farketmiştim ben. Ama malum özel hastane, o panikle onlar her şeyi isteyecek. Doktora teşekkür ettim ve kendi jinekoloğumla konuyu görüşeceğimi söyledim ve tuttum kendi doktorumun yolunu. Sağolsun o rahatlattı içimi. Ama sancılar geçmedi. Geçer dedi geçmedi. Ne ultrasonda ne tomografide tam olarak ne olduğu belli olmadı. Öylece bir kitle duruyordu orda. Ağrılara daha fazla dayanamayacağım için hemen ameliyat etti beni doktorum. Sağolsun çok da rahat geçti operasyon ve sonrası. Operasyon sırasında ailem yanımdaydı, birkaç da arkadaşın haberi vardı. Ama tesadüf ki  operasyon sonrasında etrafımdaki herkes ya hasta oldu, ya depresyona girdi, ya zaten unutmuştu falan filan. Yani herkes benden daha hastaydı. Hatta annem başı çekiyordu hastalar arasında :) Ama dedim ya, deneyim işte, sınavın parçası bu zaten, o yüzden hiç şaşırmadım hatta güldüm. Şükürler olsun ki en aciz halimde bile mutluyum ve kimseye muhtaç değilim diye binlerce kere şükrettim.

Meğerse içimdeki o cisim çikolata kisti diye bilinen endometriyozis miş. Yumurtalığın derin bir köşesine yapışmış kalmış belli etmemiş kendini. Ondanmış zaten o kadar çok sancı vermesi. Doktorumun dediğine göre ağrıya çok dayanıklıymışım (ki öyleyimdir zaten ayıptır söylemesi), bulunduğu yer itibarı ile dayanılmaz bir ağrı yapması lazımmış, çok zormuş o ağrıyla yaşamak. E ben de bir-iki hafta yaşayabildim epi topu zaten sonra tıpış tıpış ameliyat :)

Ameliyattan sonraki birkaç gün haliyle zor oluyor fakat benim için gayet rahattı çünkü ameliyat öncesi olan şiddetli zonklamalardan eser kalmamıştı. Yine de narkoz şu bu derken sarsılıyor insan tabi. Ama iyileşmeye başladığını hissettiğin an var ya, işte o an hiçbir şeye değişilmez. Çocuk gibi seviniyor insan. İşte o an yine bir arınma yaşadığımı ve yenilendiğimi hissettim. Yeni doğan bir çocuk gibi...

Patoloji sonucunun temiz çıkması ve doktorumun normal hayatıma devam edebileceğimi söylemesiyle, bugün o yenilenme hissinin verdiği sevinç ikiye katlandı. Defalarca şükrettim hala da şükrediyorum sağlıklı olduğum için. Bundan daha büyük bir zenginlik olamaz.

Türkiye gibi bir ülkede, tabularla, bilinçaltına işlenen sayısız hurafelerle, toplum baskısıyla, erkek baskısıyla büyüyen kadınlar olarak hiçbir kadının jinekolojik anlamda problemsiz olmasına imkan yok diye düşünüyorum. İşte bu yüzden kadın olmak zor. Çünkü birçok hastalık bilinçaltındaki kalıpların tepkimesiyle ortaya çıkıyor. Bir yandan da toplum tam manasıyla kadın olmana izin vermiyor. Bunun farkında olup, her daim kadınlığımızdan gurur duyup, herkes karşı dursa da kadınlığımızı evvela kendimiz yüceltip öncelikle zihnimizdeki "kadınlık" ile ilgili hurafeleri temizlemeliyiz. Ve en önemlisi "jinekolog" fobisini yenip düzenli kontrollerimizi yaptırmalıyız. 

Sağlıklı günler dileğiyle...

24 Şubat 2013 Pazar

Hangi Arada Geldi Bu Bahar?

Pazar gününün verdiği rehavetle birlikte önümde yoğun bir hafta beni bekliyor olmasına rağmen kahve keyfini bitirip de çalışmaya başlayamadım henüz. Bir yandan kahve keyfi derken bir yandan da takip ettiğim bloglardaki güncel yazılara göz gezdiriyorum. Bir baktım ki meğer birçok yere bahar gelmiş bile. Çayırlardan toplanan çiçeklerin resimleri paylaşılmış. 

Benimse henüz bahar havasında dışarı çıkmışlığım yok bu yıl. Zira ben her çıkmaya kalktığımda ya yağmur ya da kar yağıyor. Keşke şu resimdeki gibi suyun kenarında bir çayıra atabilsem şimdi kendimi. Boylu boyuna uzansam saatlerce. Bir yanda dağ havası, bir yanda çayır çimen çiçek kokusu. Bahar kokuları...


İstanbul'daki güneşin aldatıcı olduğunu düşündüm hep Şubat ayına girdiğimizden beri. Zira geçtiğimiz yıl bütün Şubat ayı boyunca sürekli kar yağıyordu neredeyse. Fakat bu yıl arada geçen birkaç soğuk gün haricinde İstanbul'da Şubat ayı gayet bahar havasında  geçti. Şimdi bir de baktım ki Şubat bitiyor zaten bu hafta. Hangi arada geldi, hangi arada bitti ve hangi arada ilkbahar geliyor aklım almıyor. Doğuda hala kar var halbu ki. Avrupa'da da öyle. Sevdiceğin olduğu yerde de...

Bu hafta iş sebebiyle önce Beyrut'a gideceğim, daha sonra da haftasonu için Almanya'nın Köln şehrine gideceğim. Hava durumuna internetten bakıp ona göre hazırlık yapayım dedim. Aradaki uçurum vahim. Zira Beyrut'ta bu hafta için gündüz 23 - 26 derece arasında değişen güneşli bir hava durumu gösteriyor. Köln içinse 0 - 5 derece arasında değişen, yağmurlu ve karlı bir hava durumu. Anlaşılan Beyrut için gömlek ağırlıklı, Köln için de kazak ağırlıklı bir valiz hazırlamak gerekecek.

Ne yalan söyliyim, Beyrut'a gitmek hiç içimden gelmiyor. Gözümde büyüyor adeta. Zaman ilerledikçe kuvvetlenen hislerim o taraflara gitmek sözkonusu olduğunda ayaklarımı bir adım geriye doğru çekiyor. Tabi birlikte olunan insanların, koşulların yaydığı enerjilerin de çok büyük etkisi var bu hislerin oluşmasında. Hava güzelmiş, baharmış bir önemi kalmıyor insan sevdikleriyle olmayınca. Neyse, siz baharın keyfini çıkara durun, ben yine yollara düşüyorum...


19 Şubat 2013 Salı

Yalnizlar Sahilinde

Evet yalnizlar rihtimindan esinlendim basligi yazarken. Hem dinlemesini hem de soylemesini cok severim bu sarkiyi. Bu arada ilk defa telefondan bloguma post girmeye calisiyorum. O yuzden turkce harflerim bile yok.

Nerden geldi aklima durup dururken bu yalnizlar sahili?

Sadece beni cok yakindan taniyan bir  iki kisi bilir. Ara sira, bazen musteri ziyaretinden donuste, bazen evde bunaldigimda, bazen kendimi resetlemek istedigimde evimden cok uzak olmayan sahil kenarina gelir, arabami parkederim. Hava soguksa arabanin icinde oturup denizi, adalari seyrederim oylece. Hatta bazen uyuyakalabilirim bile. Hava guzelse de yururum. Uzun yillardir yaparim bunu. Ama kimselere demem. Benim yalnizligimla en rahat bulustugum ve huzur buldugum yer burasi. Belki evime yakin bir orman olsaydi, orayi mekan bellerdim kendime kimbilir.

Bugun yine is donusu icim de bulanikken hazir, bi ugrayayim mekanima dedim. Denizi seyrediyorum su anda. Ama itiraf etmem lazim ki telefondan yazi yazmak bana gore degil. Cok zor. 

Biraz yuruyeyim dedim, havanin ilimanligina aldandim ama ruzgar varmis meger, biraz yurudukten sonra farkettim. Tam o esnada bir de kedicik takildi pesime. gri bir tekir(keske fotografini cekseydim). Kedi basladi beni takip etmeye. Zipir zipir. Kedi mamalari arabamin bagajinda duruyor. O yuzden dondum geriye dogru yurumeye basladim. Kedicik de takip etti tabi. Bakan herkes bir laf atti illaki. Karisiyla yuruyus yapan amca "bak hanim kizimiz kedisini gezdiriyor" dedi mesela. Halbuki kendi kedimi buraya getirsem kacmadigi delik kalmaz, takip etmek bir yana dursun. En guzel lafi ise kayaliklarin uzerinde tek basina mangal yakan bi abi soyledi "her yalnizin bir arkadasi vardir abla". 

Dogru soze ne denir... Benim yalniz anlarimin, yalnizliklarimin en yakin arkadaslari hep bu kediler oldu. Evimde, bahcemde, yolda, sokakta, her zaman her yerde en cok onlar yanimda. Meleklerim onlar benim, nereye gitsem takip ediyorlar.

Bu kedicik beni arabaya kadar takip etti.  Ama ben daha mamasini veremeden arkadaslari cagirdi kacti gitti. Megerse ileride baska bir yerde mama koymus birileri toplasmislar onu yiyorlar. Neyse, bir obek mama da ben koydum. Afiyet olsun meleklere. Ama kimbilir geceleri ne yapiyorlar, nasil yatip uyuyorlar bu ruzgarin ortasinda. Kayaliklarin uzerinde kutular filan var, iclerine girip saklansinlar diye ama yine de yetmiyor ki. İcim sizliyor su hayvanlara. Ama elimden de daha fazlasi gelmiyor. Simdilik en azindan.

Bu sahilin bir ozelligi de, yalniz basiniza yuruyorsaniz veya arabanin icinde bile oturuyor olsaniz, etraftakilerin dikkatini ceker mutlaka ve izlerler sizi. Belki siz de onlari izlersiniz arada. Karsidaki bankta oturmus hararetli hararetli telefonda konusan amca kimbilir kimle hangi davasini konusuyor? Aksamin sogugunda yuruyuse cikmis iki teyze sıcacik evinden kendini sokaga atacak enerjiyi nerden buluyor? Yandaki minibusun icinde sevisip koklasan cift benden rahatsiz oluyor mudur acaba?(hatta rahatsiz olmasinlar diye ozellikle onume bakiyorum kafami cevirmeden)....gibi bircok sey gelip gecebilir insanin aklindan.

Iste yalnizlar sahilinden manzaralar bunlar. Onumde cimenlik, biraz arkasinda kayaliklar, sonra deniz, karsi kiyida adalar, sag tarafimda sevisen bir cift, sol tarafimda yuruyen teyzeler. Biraz otede mangal yakmaya calisan abi. Ve her ordan oraya kosup ziplayan kediler. Seviyorum ben burayi...

25 Kasım 2012 Pazar

Pazar Konseri

Her hafta Pazar günü gelip de evde olduğumda aklıma gelir... Pazar Konseri ve (Rahmetli)Hikmet Şimşek.

Çocukluğum gelir sonra aklıma. Tabi yine çocukluğumun Pazar günlerindeki diğer yayınlar, Voltran, Alf, Cosby Ailesi, Bizimkiler...

Ama ilk gelen aklıma hep pazar konseri olur. Sabah saatlerinde yayınlanırdı belki ondan. Belki de adının Pazar ile başlamasından. Belki de müziğe olan tutkumdan...


O zamanlar her ne kadar müzikten pek anlamasam da severdim Pazar konserlerini. Yaşıtlarımla kıyaslayınca böyle bir programı o yaşlarda sevmem oldukça anormal olsa gerek. Zaten hayatımın hiçbir evresinde normal olmadım ki ben. Ta o zamanlardan belliymiş ruhumun "yaşlı" bir ruh olduğu...

Bu konserleri izlerken, enstrüman çalan kadınlara özellikle dikkat ederdim. Bir yanda parmaklarını kemanın klavyesi üzerinde gezdirişleri, bir yanda yayı tellerin üzerinde ahenkle dans ettirmeleri, bir yandan harcadıkları eforun yüzlerine, mimiklerine yansıması...nasıl hayran kalırdım, daha o yaşta... Evdekilere derdim "beni de konservatuara gönderin noolur" diye. Fakat onların o zamanki zihniyetleri "konservatuar okuyup serseri mi olcan" dı. 


Konservatuar okuyamadım. Zaten sonra unuttum gitti. Derken Türk müziğine ilgim başladı. Bunda ailemin çevresinde Türk müziğiyle ilgilenenlerin etkisi büyüktü tabi. Pazar konserlerinde keman çalan ablalar bende öyle bir hırsa neden olmuş ki meğer, ud gibi zor bir aleti 6 ay içinde şakır şakır çalıp notaları da şakır şakır okumaya başlamıştım. Sonra da çok güzel şarkılar söylemeye başladım. Okuldu, üniversiteydi, iş güçtü dertleri gelene kadar da müziği hiç bırakmadım. Fakat gün geldi bir bıraktım, bir daha da hiç kavuşamadık. Sonra da gel zaman git zaman, işlemeyen demir pas tuttu....

Velhasıl, her pazar aynı sahneler gözümün önünden geçer durur. Konserler, korolar, söylenen şarkılar...hala imrenirim her konser izlediğimde. 

Her konser izlediğimde, sahnede hayal ediyorum kendimi. Çoğunlukla elimde mikrofon. Ne yalan söyliyim, konser veren insanları kıskanmıyorum da değil. Ben de hayal ediyorum o an, en sevdiğim şarkıları, arkamda büyük bir orkestra ile yüzlerce kişi önünde söylediğimi. Herkes alkış tutuyor. Bense dalmış alemlere geziniyorum...


23 Eylül 2011 Cuma

Sonbahar

İstanbul'da bir aydır yağmayan yağmurun kendini göstermesi ve yaz tatiline giren dizilerin yeni sezonlarının başlamasıyla birlikte anladım Sonbahar'ın geldiğini.

Vücudum benden önce anlıyor aslında mevsimin değiştiğini. Yaz biterbitmez başlıyor üzerimdeki ağırlık, tuhaf sancılar, yorgunluk, bitkinlik. Şimdi bir de başağrısı musallat oldu, o da 30. yaş hediyesi olsa gerek. Haftalardır ne bitmek başağrısıymış arkadaş, ne bilgisayara doğru dürüst bakabiliyorum, ne kafamı kaldırıp iki satır okuyabiliyorum, ne puzzle yapabiliyorum, böyle tuhaf bir hal. Neyse ki Eylül bitmeye yüztutmuşken, benim başağrıları da geçti şükür.


Yine de bu sonbahar biraz tuhaf sanki. Evrenin derinliklerinde ne oluyor ne bitiyor o kadarını bilemem, ama sanki tuhaf şeyler oluyormuş gibime geliyor. Sanki daha yoğun enerjiler. Zaman bile daha da hızlı ilerliyor sanki. Adeta dünya koştur koştur bir yerlere yetişmeye çalışıyor gibi. Sanki kökten bir değişimin işaretlerini getirdi bu sonbahar bize. Yangınlar, patlamalar, savaşlar, afetler, tüm dünyayı çalkalayan ekonomik dalgalar, daha yoğun politik anlaşmazlıklar...bunlar genel olarak dünya üzerindeki portre. Diğer yandan bireysel olarak kendi hayatlarımızda da sanki bu portrelerin küçültülmüş halleri. Birden bire kopan ilişkiler, ardından birdenbire şekillenen yeni ilişkiler, yeni hayatlar, yeni işler, yoğun, hızlı değişimler.

Bu kadar şey olup bitiyorken, enerjiden oluşan şu bedenlerimiz nasıl etkilenmesin bu yoğun akımlardan? Herbirimizin etkilenme şekli ve şiddeti farklı olabilir, ama illaki etkileniyoruz. İster farkında olalım, ister olmayalım.

Velhasıl beni bu sonbahar fena çarptı. Her sonbahar'da sallanıyorum ama bu seferki biraz daha yoğun oldu. Şimdilik sarsıntı bitti gibi. Öyledir umarım. Yağan yağmurlarla birlikte ağırlık yapan, gereksiz olan, ihtiyacımız olmayan enerjiler de akıp gitsin, hafifleyelim, dengede kalalım...

Huzur ve sevgi dolu bir sonbahar dileğiyle...


22 Ağustos 2011 Pazartesi

Bir kedi...

Kimileri kediye nankör der, kimisi kediden özellikle nefret eder...

Benimse hayatım boyunca en vefalı dostlarım kedilerim oldu. Ne sağlığımda, ne hastalığımda, ne üzüntümde, ne sevincimde yalnız bırakmadılar beni. Hele hele son 4 yıldır hayatımda olan bir tanesi var ki...o benim canım, arkadaşım, dostum, oğlum, eğlencem, neşem, can yoldaşım.

Hayatımın en boktan günlerini yaşarken, bir parça bana can olur diyerek evdekileri zar zor ikna etmemle oğlumu eve getirmem bir oldu. Ve o gün bu gün, adını "Can" koyduğum bu dünya tatlısı oğlan bana can yoldaşı oldu.


Kediler çok enteresan varlıklar. Hayvan demiyorum özellikle, zira bazen içlerinde küçük birer insan gizlenmiş de bizi seyrediyor gibi hissediyorum. Ayrıca hepsi insanlar gibi farklı farklı karakterlere sahip. ve çok ilginç bir şey var gözlemlediğim, benzer karakterdeki kediler ve sahipler bir şekilde birbirlerini buluyor ve birlikte yaşıyorlar. Eğer karakterler uyuşmuyorsa, bir şekilde o kedi o evden bir süre sonra ya uzaklaşıyor, ya uzaklaştırılıyor, yerine evin sahibinin karakterine uygun bir kedi mutlaka geliyor. Enerji yasası mı desem, çekim yasası mı desem bilemiyorum, ama gizemli bir olay var bu kedilerde, çok özel hayvanlar, bu yüzden diyorum ya enteresan varlıklar... 

Bir kedi için en önemli şey güven duygusu. Hani bizim insanlar olarak pek vermeyi beceremediğimiz. Kendimiz güven vermeyi beceremediğimiz yetmezmiş gibi, sadece güven isteyen varlıkları nankör ilan ederiz. Neyse efendim, kedicikler güven duymadan yaşayamazlar. Bulundukları ortama, sahibine, evindeki en küçük eşyaya varana kadar herşeyi tanıyıp sindirip bir tehlike olmadığını anladıktan sonra ancak güven duyabilirler. Dolayısıyla bu bir süre gerektirir. Ve yine dolayısıyla en ufak bir değişiklikte kedinin güven duygusu kaybolduğundan kedi de kendini kaybeder. Kendini kaybettiği için de bırak sahibini tanımayı, gözü dünyayı bile görmez hayvancağızın.


Benim muzur canımı örnek vermek istiyorum. Kendisi şimdiye kadar beslediğim en sevgi dolu kedi. En cana yakın. Bazı kediler eve gelen giden oldumu saklanırlar bir köşeye çıkmazlar. Benimkisi tam tersine, acaba hangisinin ayağını koklasam, hangisine kendimi sevdirsem, Allah'ım hangisi benle oynar acaba diye deli divane olur insanların tepelerinde bile dolaşabilir ve ne yapar yapar kendini sevdirir :) E tabi bu sevimliliğinin yanında yaramazlıkları da var oğlumuzun, ama onları gözümüz görmüyor çok sevdiğimiz için :)) Ama bu sevimli oğlan gelgelelim ki evde en ufak bir tadilat olsun, en küçüğünden yeni bir eşya alınsın, en hızlısından bir temizlik yapılsın, kendini kaybediyor. Sanırsınızki Can gidiyor, yerine bambaşka bir hayvan geliyor. Ciddi ciddi hastalanıyor. Hatta temizlik veya tadilat her neyse artık, uzun süren birşey ise, gerçekten hasta oluyor ve bir süre sonra kusmaya başlıyor. Yüzümüze bakmıyor. Yanımıza gelmiyor. O neşe dolu oğlan gidiyor, gudubet bir herif geliyor. Ama ev düzene oturup, Can herşeyi güvenli hissetmeye başladığı zaman değmeyin keyfine. Hasta olup 1 hafta yataktan çıkmasam, o da benimle beraber yatıyor, kalkıp oyun bile oynamıyor ben hastayken.

Velhasıl kedilere nankördür deyip bilip bilmeden günahlarını almayın. Kedinin doğasını kabullenmek önemli olan ve onlara ihtiyaç duydukları güvenli, sevgi dolu ortamı sunmak. Keşke insanlar da onlar kadar duyarlı ve vefalı olabilseler...



21 Ağustos 2011 Pazar

30 Yaş

Aslında epey oldu 30 yaşımı dolduralı, yani epey derken 3-4 ay arası birşey sadece:) Ama daha yeni yeni sindiriyorum, yeni yeni farkına varıyorum sanırım. Hoş öyle bişey de olmuyor zaten 30 yaşını doldurunca ama malum vardır ya hani öyle bir limit. Daha doğrusu varmış, ben yeni öğrendim, etrafımdaki harala gürele telaş içindeki insanları seyre dalmışken.

Meğer insanların 30 yaşına gelene kadar tamamlamış olmayı planladıkları hedefleri varmış, hatta hedefler listesi. İş hayatında hedefleri, planları anlıyorum ama, insan kendi hayatını nasıl sayısal hesap yapar gibi günü gününe planlayabilir ki? O planlar ters teperse nasıl bir hayal kırıklığı olur, nasıl üstesinden gelinir kırık parçaların?

Birkaç ay önce bir arkadaşımla yurtdışı seyahatinden dönüşünün ertesinde görüştük ve derin bir oh çekti. "Hele şükür 30'uma gelmeden yapmam gereken herşeyi yaptım" dedi. Yapması gereken bu şeylerin ne olduğunu sordum: "Evlenmek, çocuk doğurmak, yurt dışı gezisi yapmak" dedi. "Peki mutlu musun?" diye sordum. "Hayır" dedi.



Belki de kendini 30 yaş limitine öyle bir şartlamıştı ki, karşısına çıkan ilk adamla evlendi. 5 yıl sonrasında oturup baktığında ise elde sadece pişmanlık, doyuma ulaşmamış yüzlerce duygu, keşfedilmemiş yüzlerce deneyim kaldı. Aklı dışarda, ruhu dışarda, tadılmamış deneyimlerin merakı zihinlerde. Tabi bu kadar tilki insanın zihnini kurcalarken mutlu olmak ne mümkün.

Yaşımız, hedeflerimiz, hayal kırıklıklarımız, limitlerimiz, olmazsa olmazlarımız, bir an önce olsun telaşımız....hepsi egomuzun oyunu...ah bir barışabilsek onunla.

30 yaşında olsak ne olacak, 40 yaşında olsak ne olacak? Tek fark bedenimizin biraz daha yıpranmış olması. Peki ya ruhumuz? Aslında bu kadar mutsuzlukların temel sebebi, yavaş yavaş hepimizin ruhlarını unutmuş olması. Hatta tabir-i caizse, birer ruhsuzlar ordusu haline gelmemiz. Herşeyin yalnızca görev ve gereklilik çerçevesinde yapılması gerektiğini düşünen bir beden ve unutulan bir ruh.

Hepimiz taşıdığımız bedenlerde ruhumuzun deneyimlemesi gereken sınavları yerine getirmesi için yaşıyoruz aslında. Kimisinin deneyimi annelik, kiminin babalık, kimisinin hastalıklı ilişkiler, kimisinin parasızlık, kimisinin hastalık....ve eğer bir deneyimi ruhumuza bu bedende yaşatmamız gerekiyorsa ister 30 yaş olsun ister 20 yaş ister 40 yaş farketmez, illaki o deneyim yaşanır.

Bu yüzdendir ki en güzeli, kendimizi biraz olsun hayatın akışına bırakabilmek. Azıcık hırslardan arınıp, limitleri bir kenaya koyup şu anda yaşadığımız anı daha güzel yaşamanın derdinde olmak, dış dünyanın sesi yerine ruhumuzun sesini dinlemek, biraz olsun teslim olmak, bedenimizin kaç yaşında olduğunun bir önemi yok. Olması gerekenler yolunu bulup bir şekilde oluyor zaten...


19 Ağustos 2011 Cuma

Mimler de Olmasa Vay Halimize

Hayatımın en tembel dönemini geçirdiğim şu günlerde bloguma da uğramıyorum malesef. Sağolsun dostlar arada bir mimliyor, ben de bir zahmet kılımı kıpırdatmaya başlıyorum.

Yazılarını beğenerek takip ettiğim sevgili tunes beni mimlemiş. Mimin konusu şöyle:
"Çok beğendiğiniz, izlemekten asla sıkılmayacağınızı düşündüğünüz 3 filmi, neden bu kadar beğendiğinizi de açıklayarak yazın''

Öncelikle şunu belirtmek istiyorum. Film hastası bir insan değilim. Çok uzun bir süre sinemaya gitmeden yaşayabilirim ve eksikliğini de hissetmem. Örneğin tam 1 sene olmuş en son sinemaya gideli, hatta Inception'dı sinemada en son izlediğim film :) Şu anda mesela biriniz beni arasanız deseniz ki "haydi springoss gel senlen sinemaya gidek" ben muhtemelen nazlanırım, eğer mümkünse bişeyler yiyip içip sohbet etmeyi veya denize karşı bir yerde oturup doğayı seyretmeyi tercih ederim. Arasıra çok güzel yapımlar geldikçe de tek başıma dahi olsam gider izlerim, orası da ayrı mevzu.

Çok fazla filme gerek duymayışımın nedenlerinden biri de aslında bir filmi sevdiğim zaman o filmi defalarca izleyebilme kabiliyetine sahip olmam. Kabiliyetsizlik midir, kabiliyet midir onu bilemem tabi. Zira bir filmi izleyince çoğu sahnesini unutuyorum ve sonraki izleyişlerimde sanki ilk defa izlemiş gibi olabiliyorum :)
Ama genelde defalarca üstüste sıkılmadan izlediğim filmler ise beni güldüren, rahatlatan, eğlendiren filmler oluyor. Eğer bir filmde beni güldürdüyse, o filmi 50 kere de olsa sıkılmadan izleyebilirim. Çok severek izlediğim psikolojik filmler de oluyor, ama açıkçası onları 50 defa izleyemem, 30-40 defa belki :) Ancak komedi filmlerini üstüste sıkılmadan izleyebilirim. Bu filmler arasından üç tane seçmem gerekirse, sıralamam şöyle olur efendim:

1 numero: Herşey çok güzel olacak
Cem Yılmaz ve Mazhar Alanson'un oynadığı bu filmi kaç kere izlediğimi hatırlamıyorum bile. Bugün getirin önüme yine izlerim, yine gülerim. Zaten Cem Yılmaz'ı gördüğüm her yerde gülerim, bu filmde Mazhar'la aralarındaki ilişki ve Mazhar'ın mükemmel sesiyle birlikte oyunculuğu da eklenince, hergün izlesem yine sıkılmam.

2 numero: Hababam Sınıfı
Kimse tutup da bu listeye bu filmi yazmaz herhalde ama tutamadım kendimi. Çocukluğumuzdan beri kaç kere yayınlamışlardır bu filmi televizyonda acaba? Yine televizyonda kanalları değiştirirken karşımıza çıktığında şöyle bir gözatarız hababam sınıfına. Ben se oturur baştan sona izlerim büyük bir keyifle. 30 senedir izliyorum sıkılmadım. Bu saatten sonra da sıkılmam herhalde :)

3 numero: Organize İşler
Bu filmde bir replik var. "Araba nerde, müşteride, para nerde, yarın verecek, araba nerde..." diye devam eden. Hah işte bu replik sevdirdi bu filmi bana ve çok güldüm. O gün bugün izliyorum, sıkılmıyorum, ve hep gülüyorum :)

E bari ben de mimleyeyim biraz, sizi gidi mimlenesiceler sizi :)


Hadi bakalım gençler pamuk eller yazı yazsın...

Sevgiler...

 

23 Haziran 2011 Perşembe

Mim Var Dediler Geldim :)

Sevgili crazywomanrosemary gelirayak beni mimlemiş. Cinli minli bir mim. Şöyle ki;

Lambadan çıkan bir cin.;

 
" Dile Benden Ne Dilersen Sahip " dese, bir tek dilek hakkınız ve düşünmek için de 1 saatiniz olsa;
 
1) Ne Yaparsınız ?
 
2) Ne Dilersiniz ?
 
3) Dileğinizi Seçmeniz Kolay Olur Mu ?
 

 
Hemen cevap veriyorum sayın seyirciler :)
 
1) "Oley be sonunda geldin! " derim sevgili cin kardeşimize.
 
2) Bir tanecik dileğim var zaten sürekli dilediğim, kendisinden hemen bu dileğimi gerçekleştirmesini dilerim. Ama dileğimi buraya yazamam. Çünkü dilekler kimseye söylenmez, söyleyince gerçekleşmez demişti zamanında büyüklerimiz!
 
3) Dileğimi seçmem tabiki kolay, çünkü zaten belli. Her vakit diliyorum kendisini itina ile. Artık cinlere mi ulaşır perilere mi bilemem orasını. Benden dilemesi. İsteyenin bir yüzü kara, vermeyenin iki yüzü.. :o)
 
 
Malum uzun zamandır burada yoktum. Bu vesile ile ben de bütün blogdaşlarımı, bütün seyircilerimi mimliyorum. Canı isteyen yapsın, mimlesin, dileğini dilesin, istemeyen dilemesin, canı ne istiyorsa onu yapsın :o)
 
Hadi bakalım herkese kolay gelsin. ;)
 
Sevgiler...

21 Haziran 2011 Salı

Mucizeler

Artık ne hasta olmak, ne hasta görmek, ne de hastane görmek istemiyorum. Ve içimden bir his artık dönüm noktasında olduğumu, hayatımda hastalıklı olan(ruhsal veya fiziksel) her ne varsa iyileşmek üzere olduğunu, yepyeni, tertemiz, huzur dolu bir hayatın, mucizelerin beni beklediğini söylüyor. En azından ben buna inanmayı seçiyorum. Ve öyle de oluyor. Mucizelere inandıkça, küçük büyük farketmeden mucizeleri etrafımda görmeye başlıyorum. Bu mucizelerin detayını da kendime saklayayım. Sır.

Bir konudaki inancım ve hevesim bittiği vakit geri adım atmam neredeyse imkansız oluyor. Blogger sayfaları kapatıldığı zaman aynı heves kaçması olayını da blogumda yaşadım. Birdenbire soğudum. Elim blogumu açmaz oldu. Sevgili crazywomenrosemary olmasa daha da açmazdım ya neyse. Sağolsun hiç unutmadı beni, hep halimi hatırımı sordu vefalı kardeşim, sağolsun varolsun, hayatı güzelliklerle dolsun.

Hayatım boyunca sağlıkla çok uğraştım, hastanelerde çok koşturdum, kimi zaman kendim için, kimi zaman sevdiklerim için. Şu son yıllar da bol miktarda hastanelerde koşturduğum yıllar oldu. Ve en sonunda pilim bitti. Çok yoruldum, çok sıkıldım çok. İsyan etmiyorum, şükürler olsun ki o kadar koşturmacaya değdi, artık herşey daha iyiye doğru gidiyor. Hem kendim için, hem sevdiklerim için. Ama insanız nihayetinde, bazen içimdeki şeytan açığa çıkıyor ve neden bu kadar ağır deneyimler, neden ben diye soruveriyor, sonra hemen susturup gönderiyorum o şeytanı. Yapacak birşey yok malesef, üç günlük dünyadayız ve hepimiz başka bir deneyimin resmini çizip, senaryosunu yazıp oynamak için geldik buraya. Üç gün sonra da gideceğiz.

Evet içimdeki ses artık bir dönüm noktasında olduğumu söylüyor. Belki de bu zamana kadar ödenen bedellerin bir karşılığı olarak biraz huzur, biraz neşe olacaktır. Ama kesin olan bir şey var ki, çok hızlı bir şekilde değişiyor herşey. Herşeyin anlamı zihnimde daha güzel şekilleniyor ve yerli yerine oturuyor. Adımlarım daha sağlam, daha kararlı. Ne istediğim ve ne istemediğim, niyetlerim, kararlarım hepsi belli. Geriye sadece onları hayata geçirmek için birkaç mucize yardımı. Onlar da geliyor yavaş yavaş. Geldikçe yüzüm gülüyor. Şükürler olsun...



16 Mart 2011 Çarşamba

IMAGINE

Sevgili(!) memleketimizde bir süredir Blogger'a uygulanan sansürün de etkisiyle bloguma uğramıyorum bile ne zamandır. En son yazdığım yazıma şöyle bir baktım da, ne de güzel isabet olmuş. Böyle yasakları gördükçe daha da depreşiyor insanın gitme isteği.
Uzun zaman sonrasında bloguma girmeyi bir deniyeyim dedim, baktım girebiliyorum çok şaşırdım, "yasak kalkmış hemen vay anasını" dedim kendi kendime sevindirik oldum hatta(nelere sevinir olduk hale bak). Ama sonradan fark ettim ki Türkiye'de değilim ki ben!!!
Velhasıl yasakların, ayıpların, günahların bol olduğu, bedellerin bol bol ödendiği bir ülkede yaşamak ne kadar zor geliyor ne kadar ağır geliyor insana bir yerden sonra. Hele yaş ilerledikçe, harcanan emekler biriktikçe ve şöyle bir dönüp baktığınızda elinizde koskoca bir hiç gördüğünüzde daha ağır geliyor. Her gidişinde "bu sefer dönmeyeyim artık" diyor. Etafta mutlu insanları, yasakların olmadığı sokakları gördükçe daha da depreşiyor özgürlük isteği, huzur isteği...ve bir de John Lehnon'un şarkısını daha bir dinler oluyor...
Sahi ya kim oluyor bu zat-ı muhterem?

Kim nereye gidiyor?
Ne özgürlüğü?
Kim bu özgür olmak isteyen?
Özgürlük diye inleyen?

Ben oluyorum efendim.
Ta kendisiyim hem de.

Hazır blogger'a erişimim varken hatta o kadar özgür olmak istiyorum ki, küfürler yağdırmak istiyorum buradan binlerce kere...

Özgürlük olsun istyorum. Sonsuz huzur olsun istiyorum. Sınırlar olmasın, ayrılıklar gayrılıklar, engeller, pislikler olmasın istiyorum.

Ne çok şey istiyorum değil mi? İyisimi John Lehnon dinleyeyim, onun şarkısındaki dünyayı hayallerimde yaşayayım...



12 Şubat 2011 Cumartesi

Başka Türlü Bir Şey

Başka türlü bir şey benim istediğim, ne ağaca benzer ne de buluta, burası gibi değil gideceğim memleket, denizi ayrı deniz, havası ayrı hava...

Böyle işte. Bir tuhaf haller içerisindeyim uzun zamandır. Ne buralardayım, ne çok uzaklarda. Ben de bilmiyorum nerelerdeyim. Yazmıyorum, sayfalar dolusu yazmaktan korktuğum için belki. Zira yazacak çok şey var, anlatılacak çok şey var, ama yazmıyorum. Üstünü örtüyorum, geçiştiriyorum. Güzel şeyler hissedip güzel şeyler yazmak istiyorum çoğu zaman.  Ama yapmıyorum. Kaçıyorum. Tamamen kaçmak, tamamen gitmek istiyorum. Temelli gitmek, sadece gitmek istiyorum. Uzun yıllardır istediğim şeydi gitmek. Kısa kısa gidiş gelişler yaptıkça daha çok arttı isteğim. Tutamıyorum kendimi. Nedir bu yoğun istek, sonu ne olacak bilmiyorum. Ama gidince bütün huzuruma kavuşacakmışım, ihtiyacım olan, arzuladığım gerçek huzura, gerçek mutluluğa, insanca yaşanacak hayata kavuşacakmışım gibi geliyor.

Velhasıl dostlar, gitmek istiyorum. Nereye, nasıl, ne şekilde bilmiyorum. Sadece gitmek..Hiç dönmemek...




23 Ocak 2011 Pazar

Pazar Sabahı

Bazı zamanlar vardır, yapacak çok ama çok fazla şey vardır, ama o kadar yoğunsunuzdur ki hiçbirini yapabilecek zamanınız yoktur. Bazı zamanlar da o kadar çok boş zamanınız vardır, ama yapmak istediğiniz şeylerde bir aksilik vardır bir türlü yapamazsınız yine. Ne bileyim işte öyle bir şey. Ne dediğimi ben de pek bilmiyorum şu Pazar sabahında. Pardon öğlen olmuş, ama uykuya hasret kalmış bir insan olarak hala sabah olarak kabul ediyorum, hatta birazdan yine uyuyacağım, mümkünse bütün günü üzerimde pijamalarla miskin miskin uyuklayarak geçireceğim.

Neyse efendim ne diyorduk, gene dağıttım ben konuyu bıdı bıdı yaparken. Diyordum ki işte zaman yetmiyor. Bazen de zaman oluyor güç yetmiyor, şans yetmiyor, öyle bir şeyler. Velhasıl bana kendimi bildim bileli zaman yetmiyor. Yapacak çok şey var, ama yeterli zaman yok. Belki de ben çok fazla şey yapmak istediğim için böyledir bilemiyorum orasını artık.

Ben kendimce şöyle bir hesap yaptım. benim istediğim şeyleri yapabilmem için günlerin en az 40 saat olması gerekiyor. En az diyorum. Ve özellikle belirtiyorum ki, istediğim şeyleri yapabilmek için. Bi kere bunun 10 saati uyku olmalı. Günde en az10 saat uyumak istiyorum, daha fazla da olabilir hiç itiraz etmem. 14-15 saat de iş için gidince, zaten 25 saat dolmuş oluyor. Kaldı geriye 15 saat. 2 saati spora, 2 saati müziğe, 2-3 saati evimde benden ilgi bekleyen kediciğime ve aileme, 2-3 saati en güzel yemekleri yapmaya ve afiyetle yemeye, 2-3 saati arkadaşa, eşe, dosta ayırdın mı geriye bir şey kalmıyor zaten. Bir de tabi evin bakımı, kendi bakımımız için harcanması gereken zamanlar ve enerjiler var, bu konulara hiç değinmek bile istemiyorum.



Bazı zamanlar da var ki, örneğin bazı Pazar günlerinde olduğu gibi, koskoca bir günde insan hiçbir şey yapmak istemiyor yahu. Şu kasvetli Pazar sabahında(ısrarla sabah diyorum), yapmak istediğim, beni en mutlu eden şey, bir yanımda kaloriferin sıcaklığının üzerine oturmuş perdesi yarı açık pencereden dışarıya bakıp ara ara da beni kesen sevgi dolu kediciğim, bir yanda en sevdiğim müziklerin çaldığı tek alet olan sevgili bilgisayarım, bir yanda bana şu hayatta en büyük keyfi veren sevgili kahvem, bir yanda pijamalarıyla, çoraplarıyla, tepeden topladığı uzaylı zekiye kıvamındaki saçlarıyla, miskin gözleriyle, elinde kitabıyla, gazetesiyle yatağına uzanmış ben. Evet bugün hiçbir şey yapmadan bu keyfi yaşamanın tadını çıkartmak istiyorum. Günlerdir yorgunluktan, zamanın hızına yetişememekten esir düşmüş bedenimi şımartmak istiyorum. Ha tabi bir de kimse aramasın, kimse bıdı bıdı yapmasın, kimseler gelmesin, bugün herkes beni rahat bıraksın şöyle bir şarj olayım istiyorum. Ve öyle özlemişim ki bu keyfi, ben bugünün de 40 saat sürmesini istiyorum. En az 40 saat. Lütfen sürsün. Lütfen lütfen lütfenn :))