Ne yesek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ne yesek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Eylül 2014 Cumartesi

DOĞU’DA BİR CENNET: HALFETİ


İş için çok seyahat ediyorum malum, ama bu yaz kendim için de epeyce bir gezdim. Oradan oraya o kadar yer gezdim ama bir yandan da iş peşinde koşturduğum için oturup yazacak vakit bulamadım. Yaza açılışı Malta’da yaptım, iş seyahati için gittim ama aynı zamanda çok keyifli vakit de geçirdim. Daha sonra bir hafta sonu kaçamağı Çeşme, bayramda Erzincan, Sivas, sonrasında Rodos, Marmaris, Datça derken yazı kapattım. Eylül ayı itibarı ile de yoğun tempolu iş sezonunu açtım.

İş için sık sık gittiğim Gaziantep’teydim yine geçtiğimiz hafta. Bunca yıldır Gaziantep’e gider gelirim ama yaptığım tek şey genelde koştur koştur müşterileri dolaş sonra koştur koştur ya otele ya da havaalanına gitmek olur. Arada vakit olur da bir öğle yemeği yersem ne mutlu. Gerçi benim gibi et ve kebap sevmeyen bir insan için Gaziantep ve civar bölgede yemek yemek çok da keyifli olmuyor. Bir öğün neyse de birkaç öğün yiyemiyorum oralarda ben.   “Ne yemek istersiniz sorusu” Gaziantep’te “kıyma mı yersiniz kuşbaşı mı yersiniz” şeklinde oluyor genelde. Her ne yersem yiyeyim sonrasında midemden geri gelmeye çalışıyor. Yağından mı, baharatından mı artık bilemiyorum neyinden ama çok ağır geliyor bana.  Ama yine de denemek için yerim. Mesela Halil Usta diye bir yer var en güzel orası yapıyor kebap denen şeyi. Hatta bence Türkiye’de en iyi et yapan yer orasıdır. Bir de İmam Çağdaş var ama Halil Usta İmam Çağdaş’a en az on basar. Aklınızda bulunsun olur da giderseniz.

Gaziantep büyük bir şehir. İstanbul gibi yoğun bir trafiği yok ama yine de büyük. 2 milyon gibi bir nüfusu var sonuçta. Büyük şehir olmasından mütevellit artık orada da nereye baksan beton yığını. Beş-On sene önce bomboş duran arazilerde şimdi koca koca Toki konutları var. Dağ taş olmuş beton. Dün işim beklediğimden erken bittiğinde akşamki uçak saatine kadar ne yapacağımı bilemedim o beton yığını içerisinde. Normalde gidip içinde oturup bilgisayarımı açıp çalıştığım bir alışveriş merkezi var ama hiç içim almadı oraya gitmeyi de. Sanayiden arabayla çıktım D-100 yolunda öylece giderken içimden şehir merkezi tabelalarını es geçip Urfa tabelalarını takip ederek yolun nereye gittiğine şöyle bir bakmak geldi bir süre. Onca senedir gidip geliyorum, daha ilk defa havalimanı tabelasından sonrasına kadar gittim. Ben ki seyahat etmeyi yeni yerler görmeyi keşfetmeyi bu kadar seven bir insanım, ama kısmet olmadı işte. Bugüneymiş kısmet.

Yol tek şeride indikten sonra fıstık tarlaları başladı sağlı sollu. Fıstık tarlaları boyunca ilerlerken acaba şu sular altında kalan şehir uzak mıdır çok diye içimden geçti. Evet o şehir Halfeti. Baktım haritaya, saat de müsait, dedim ben giderim buraya. Zaten Fırat Nehri söz konusu olunca benim içimi bir heyecan kaplar hep, o heyecan beni Halfeti’ye kadar götürdü.

Giderken fıstık bahçelerini izleye izleye gittiğim için otobana girmedim o yüzden Birecik’in (Urfa’nın ilçesi) içinden geçerek gittim. Otoban’dan gitmek tabi daha kısa sürede götürüyor ama böyle gidince de gittiğim her kilometrenin keyfi başka oldu. Nizip’i Birecik’i fıstık bahçelerini görmüş oldum çok da güzel oldu.

Birecik’ten Fırat nehrini soluma alıp ilerlerken zannettim ki Halfeti’ye kadar bu yol böyle Fırat’ın kenarından gidecek. Fakat bir süre sonra Fırat kayboldu tepelerin arazilerin arasından geçen virajlı bir yol başladı. Sanırım 30 kilometre kadar o yoldan gittim. Acaba doğru yolda mıyım diye tereddüt ettiğim çok oldu. Zira o tepenin arazinin fıstık tarlalarının sonunda nasıl Fırat’ı göreceğimi algılayamadım. Derken tam yolun sonunda tepe bir yere geldiğimde Fırat büyüleyici görüntüsüyle karşıladı beni. Durdum o tepede fotoğraf çektim her ne kadar etrafta in cin top oynasa da. Biraz korkmadım değil, ama o kadar muazzam bir görüntüydü ki bu durup biraz o havayı içime çekmek istedim. Hem Fırat’ı izledim o tepede hem de sessizlikte huzur buldum. İyi ki gelmişim dedim. İyi ki dinlemişim iç sesimi ve gelmişim diye şükrettim. O beş dakika o havayı soludum ya o bile bana yetti, eve huzur içinde geri dönebilirdim artık. Ama daha hala vaktim vardı o yüzden Halfeti’nin içine doğru ilerledim.

Halfeti’nin içine girer girmez genç bir delikanlı durdurdu beni. Abla gel tekneyle gezdireyim seni dedi. Yav hele bi dur nefes alayım şöyle bi oturayım nehir kenarında dedim ama yok dinlemedi. Dedi ki ilersi daha güzel. İlersi neresi diyorum ben içimden. O kadar bir şey bilmiyorum ki sadece gidicem arabayı park edicem, orada bir çay bahçesinde bir şeyler içip bir gözleme yiyip geri dönücem diye düşünüyordum gelmeden önce. Meğerse buranın yolu yordamı tekne turuymuş!   

Halfeti bundan 14 yıl öncesine kadar daha güzel bir yermiş. 2000 yılında Birecik Barajı’nın yapımıyla birlikte nehir suyu 30 metre yükselince nehir kenarındaki neredeyse bütün köyler(20’den fazla köy olduğunu söyledi delikanlı) su altında kalmış. Sadece şimdilerde ismi “Eski Halfeti” olarak geçen ilçe merkezinin bir kısmı ayakta kalmış. Suyun yükseleceği önceden belli olduğundan, insanlara yeni yerler vermiş devlet. Eski Halfeti’nin 10 kilometre ötesinde şimdi adı Yeni Halfeti olan yer burası da. Yani Halfeti’nin halkı artık Yeni Halfeti denen, Fırat’ın kenarında olmak bir yana dursun tepeden bile Fırat’ı görmeyen bir yerde yaşıyor. Ben olsam ne yapardım bilmiyorum. Her gün güne Fırat’ın ihtişamıyla başlarken birdenbire bir beton yığınının içinde bulsaydım kendimi, hiç hoşnut olmazdım bu durumdan eminim.

Yaklaşık 2 saati buldu tekne turumuz. Nehir boyunca tekneyle epey bir ilerledik. Kuzeye doğru
ilerlerken sol tarafımızdaki kara parçasının Gaziantep, sağ taraftaki kara parçasının Şanlıurfa’ya ait olduğunu öğrendim. Zaten Halfeti resmi olarak Şanlıurfa’nın ilçesi bu arada. Ama Fırat’ın bir tarafı Antep bir tarafı Urfa’da kalmış.

Buralarda binlerce yıl öncesinde medeniyetler yaşamış. Antep sınırları içinde kalan bölgede bir kale var o dönemlerden kalan. Baya eski olduğu belli. Yine aynı bölgede birçok mağara var. Hatta söylentiye göre dönemin Kral’ının kızı o mağaralardan birinde yaşıyormuş.



Nehir boyunca tekneyle ilerlerken sağlı sollu eski köylerden kalan kalıntılar görünüyor. Suyun altında görünenler ürkütüyor insanı. Üstünde kalan üç beş yer de ya restoran olmuş ya çay bahçesi. Yukarıdaki resimde görünen evler kalabalık bir köyden geriye kalan terkedilmiş evler. Bir de yarısı suyun içinde yarısı suyun üstünde kalmış bir cami minaresi.

Eski medeniyetler yaşar da kilise olmaz mı. Burada da bir kilise var elbet. Hastayım zaten bu eski insanların buldukları her kara parçasında, mağara içinde bile olsa kiliselerini ya da Hristiyanlık öncesiyse tapınaklarını eksik etmemelerine.

Kiliseyi dolaştıktan sonra kilisenin hemen yanındaki ufak restoran’da yörenin meşhur “Şabut Balığı”
nı denemek istedim. Güzel bir salata eşliğinde getirdiler sağolsunlar. Fakat ne yazık ki Şabut’u sevmedim. Sanırım ben tatlı su balıklarını sevmiyorum. Alabalık yiyorum yine iyi kötü ama bu Şabut denen balık aşırı kılçıklı bir balıktı. Bir de önceki günden kebaplar midemi biraz rahatsız ettiği için hassas mideyle tadı da iyice bir kötü geldi bana. Belki normal zamanda yesem bu kadar kötü gelmez.

Şabut’u da yedikten sonra artık tekneyle geri dönme vakti geldi. Eski Halfeti’nin tekneden görüntüsünü de özellikle paylaşmak istiyorum. Çünkü özellikle dikkat çekmek istediğim bir şey var burada. Yandaki fotoğraftan da görüleceği üzere bu güzelim otantik sevimli şehrin tepesine kocaman bir otel inşaatı başlatmışlar. Bu kadar güzel bir gezinin ardından sinirlenmek hoş değil ama bu koca otel inşaatını görünce bütün sinirlerim yerinden oynadı. Ağlayabilirdim bile o derece. Hiç mi göz izan akıl fikir yok buraya bu ucubenin yapılmasına izin verenlerde. Allah aşkına hiç mi yok! Hiçbiri yoksa Allah korkusu da mı yok böyle bir güzelliğin içine şu çirkinliği yerleştirip berbat ediyorsunuz? Gelen turistlerden utanıyorum resmen. Yazık çok yazık.

Her ne kadar ucube otel kısmı beni sinir ettiyse de Fırat’ın büyüsüyle geçirdiğim bu güzel öğle vaktinden sonra keyfime diyecek yoktu. Rehberim olan delikanlı da sağ olsun pek bir ilgilendi benimle. Tekneden sonra arabama kadar geçirdi beni, abla suyun neyin var mı  getireyim mi diye bile sordu. İnsanlık hala ölmemiş burada. Olur da sizin de yolunuz düşerse, bulun bu delikanlıyı, ismi Nuri Kaptan, iki tane tekneleri var biri kelebek diğeri de Siyah Gül. Ha bu arada bahsetmeyi unutmadan, Siyah Gül Halfeti’ye özgü, sadece burada yetişen bir gül çeşidi. Hatta Fox TV’de yayınlanan Kara Gül dizisi de ismini bu siyah gülden alıyor. Ayrıca Nuri Kaptan diyor ki dizinin Halfeti’ye çok faydası oldu, insanlar dizi sayesinde duyup gelmeye başladı biz de iş yapmaya başladık.


Hep iş hep iş temposunun içinde iyi ki birdenbire aklıma geldi Halfeti ve iyi ki gittim bu diyarlara. Fırat’ın sularının değdiği her yer gibi Halfeti de cennet gibi göründü bana. Öyle neşeli öyle sevinçli döndüm ki İstanbul’a, ilk defa bir seyahat dönüşü yorgunluktan ölüyor gibi hissetmedim aksine enerji dolu döndüm evime.  Bir dahaki Antep seyahatimde belki hafta sonu İstanbul’a dönmeyip  daha eni kunu bir vakit ayırırım Halfeti’ye… 

5 Mayıs 2012 Cumartesi

Ortadoğu'nun Paris'i: Beyrut

İş icabı gittiğim şehirler arasına Beyrut da eklendi geçtiğimiz haftaki seyahatim sonrasında. Çok yorucu bir iş temposunun içerisinde pek gezip dolaşma imkanım olmasa da ufak tefek izlenimlerimi yazmak istiyorum.

En sevdiğim yazar olan Amin Maalouf'un doğduğu Lübnan şehri Beyrut. İç savaşın başladığı 1975 yılında Amin Maalouf gibi birçok kişi ülkeyi terketmiş. Şimdilerde ise toplam nüfusu 3 milyon olan Lübnan'ın 1.5 milyonluk nüfusu Beyrut'ta yaşıyor. Dünya'nın birçok yerinde şehir "Ortadoğu'nun Paris'i" olarak anlatılıyor. Aynı zamanda da tezatlıkların şehri...
15 yıl süren iç savaş sonrasında yeniden yapılanan bir şehir burası. Ayrıca 2006 yılında İsrail'in bombalamaları üzerine bir yara daha alınca hala hasarlı olan birçok binayı şehirde görmek mümkün. Tabi bu hasarlı binaları görünce ister istemez biraz tedirgin oluyor insan. Biraz da karamsarlık çöküyor sanki üzerine.

Hala hasarlı binalar olmasına rağmen, şehirdeki çoğu bina tamamen yenilenmiş durumda. Özellikle şehir merkezindeki binalar tarihi yapılarını koruyacak biçimde yenilenmeye çalışılmış. 

Tezat olma özelliği sadece Beyrut'a değil, genel olarak Lübnan'a has bir özellik aslında. İç savaş başlayana kadar ülkenin yarısı Hristiyan, yarısı Müslüman iken iç savaştan sonra oran Müslüman'ların nispeten çoğunluk olacağı şekilde değişmiş. Fakat diğer yandan, çoğunluk olarak görülen Müslümanlar da kendi içlerinde Sünni ve Şii olarak çeşitlilik gösteriyor.

Akdeniz şehri olması sebebiyle, insanları genellikle sıcakkanlı. Misafirperverlik bizdeki gibi denebilir. Hatta bazen abartı bile olabilir. Nasıl ki Sultanahmet'te dolaşırken hizmet edicem diye sıkboğaz ederler, burda şehir merkezinde de durum farklı değil. Hizmet etme aşkıyla yanıp tutuşan mekan sahipleri, biraz sıkıntı verebilir:)

İnsanı sıcakkanlı evet. Fakat biraz fazla tezcanlı. Yani öyle böyle değil, çok tezcanlı. Heleki benim gibi ağır aksak bir insanı biraz zorlayabiliyor bu tezcanlılık. Bu tezcanlılıktan olsa gerek, kural denen bir şey kesinlikle yok şehirde. Daha uçağa binerken ve uçaktan inerken bunu farkedebiliyorsunuz. Ben farkettim en azından :) Yani bana battı biraz da diyebilirim :)

Hani uçağa binerken, insanlar bir türlü eşyalarını yerleştiremediği için uzun koridorlar olur ya, hah işte, bu koridorlar Beyrut uçağında çok daha uzun sürüyor. Ayakkabılarını çıkartıp koltukların tepesine çıkan ve elindeki koca çantayı yukardaki küçücük dolaplara yerleştirmeye çalışan kadınlar görmek mümkün. Uçuş bitip, daha uçak yere inmeden kemerlerini çözüp bir telaşla ayağa kalkıp eşyalarını almaya çalışan ve hostesleri "lütfen yerlerinize oturun" diye defalarca bağırmak zorunda bırakan insanları da yine ilk defa Beyrut uçuşunda gördüğümde insanları hakkında az çok fikir sahibi oldum. Özet olarak, beni aşırı strese sokan insan grubu diyebilirim :) Ha iyiliklerine, misafirperverliklerine diyeceğim yok. Ama bu aşırı tezcanlılığa muhtemelen birkaç günden fazla dayanamam ben :)

Gelelim yeme içme mevzuuna. Yemekler gerçekten tam on numara. Et yemez bir insan olmama rağmen benim için bile yiyebilecek çok fazla şey vardı. Mezeler bizdekine çok benziyor. Fakat hepsi daha bir ekşi. Patlıcan salatası mesela onlarda da var ama daha ekşi. Bizdeki patlıcan salatasını tercih ederim. Fakat Humus çok güzel. Bizim yaptığımız humusla pek alakası yok, gerçekten çok güzel. Çeşit çeşit Lübnan yemeğini denememiz için Karam diye bir restorana götürdüler bizi. Downtown'da, sokak arasında bir yer ve hem yemekler hem servis dört dörtlük. Gidecek olanlara tavsiye ederim. Ayrıca restorandan çıktığınızda downtown'da yürüyüş yapabilir, sokak içerisindeki kafelerde oturup nargile içebilirsiniz. Ha bu arada, zeytinleri çok acı. Zeytin konusunda hiç tarafsız olamıcam malesef. Bizim zeytinlerimizden daha güzelini şimdiye kadar hiçbir yerde yemedim. Eğer denk gelir de yersem, özellikle büyük harflerle yazıcam zaten.

Bu arada gece hayatı çok meşhur Beyrut'un. Özellikle iki ülke arasında vize uygulaması da kalktığı için 1.5 saatlik uçuş mesafesindeki bu şehire haftasonu için bile gidip gelmek çok kolay. Hem Atatürk hem de Sabiha Gökçen havalimanından her gün karşılıklı birçok sefer düzenleniyor. Hatta bana sorarsanız sadece kısa bir haftasonu gezisi için gitmek daha mantıklı. Zira 2 günden sonra biraz sıkılabilirsiniz. Küçük bir yer olduğundan sebep heryerini gezip görmek için de 2 gün yeterli olur diye düşünüyorum. Velhasıl gezip görmek, birkaç günlüğüne vakit geçirip farklı bir deneyim yaşamak için güzel ve fiyat olarak da ekonomik bir şehir Beyrut. Ama şunu da aklınızda bulundurun ki, her an her şey olabilir bu yaralı şehirde...


24 Ocak 2012 Salı

Polonya-2

Çok çalışıyorum. Öyle böyle değil hem de. İşkolik oldum çıktım adeta. Ama çok da memnunum. Şimdilik öyle en azından. Velhasıl bu işten güçtendir ki, güzelim sayfamı terk-i diyar eyliyorum. Fakat bir yandan da aklım hep Polonya'da.  Hazır aklım Polonya'dayken gecenin bir vakti şimdi, güzel bir akşam yemeğinden dönmüş ve hafif çakırkeyfken, iki satır Polonya yazı-çizilerime devam edeyim diye düşündüm, haydi bakalım hayırlısı.

Ne demiştik, güzel bir akşam yemeğinden döndüm şu anda keyfim yerinde. Güzel insanlarla birlikte olunca, iş amaçlı da olsa güzel geçiyor vakit. Her ne ise konumuz benim iş yemeklerim değil tabi ki. Ama hazır konu yemekten açılmışken Polonya'da ne yeyip ne içtiğime biraz da değinmek istiyorum.

Ben daha önceleri kendim bizzat Polonya hakkında araştırma yaparken, kendilerine özgü hiçbir yemekleri olmadığı kanısına varmıştım internetten şurdan burdan edindiğim bilgilere dayanarak. Fakat gidip görünce anladım ki, bizim burnu büyükler halt etmişler. Tabi ki dünyanın hiçbir yerindeki mutfağı, türk mutfağıyla kıyaslamak doğru olmaz, gerçekten eşi benzeri olmayan bir mutfağımız ve zengin yemek çeşitlerimiz var. Doğal olarak Polonya mutfağı da bu zenginlikle kıyaslanamaz. Ama onların da kendine has bir kültürü ve bu kültürün getiri birtakım özel yemekler var.



Yan tarafta görmüş olduğunuz çorba, "ekşi çorba" diye geçiyor(sour soup). Aslında geleneksel Polonya çorbası bu. Bizim bildiğimiz buğdayın, işlenmeden de önceki halini uzun bir süre suda bekleterek fermente ediyorlar önce. Sonra da çorba haline getirip böyle yumurtalı ekmekli filan yiyorlar. Özellikle kahvaltı ve öğle yemeklerinde yenmesi çok makbul. Benim damak tadıma uygun değil kendisi, fakat birçok insan bayılarak yiyor.



Pancar Suyuna Dumpling Çorbası
Bizdeki mantıya benzer "Dumpling"(ya da orjinal ismi ile pierogi) denen hamurlar çok meşhur Polonya'da. Birçok evde her hafta yapılıyor hemen hemen. Ama bizdeki gibi işi hazıra dökmemişler tabiki. Hala hatunlar güzel güzel hamur yoğurup, elleriyle açıyorlar. Bizim mantı kadar ince açılmıyor tabi orası ayrı. Bu dumplingler, peynirli, kıymalı, mantarlı ve lahanalı yapılabiliyor Büyük büyük yapılan peynirli ve mantarlı çeşiti genelde haşlanıp tereyağı ve soğanla kavrularak servis ediliyor. Kıyma ile yapılan daha küçük olanlarından ise genelde çorba yapıyorlar. İki türlüsü de benim için çok lezzetli.


Daha başka türlü geleneksel çorbaları da mevcut. Hepsinden bahsetmeyeceğim. Ama en önemli çorbadan bahsetmezsem olmaz. Özellikle Noel arefesinde yenen özel akşam yemeğinde  bu çorbanın patates eşliğinde masada yer alması gerekiyor. Bu çorba kurutulmuş yabani mantardan yapılıyor. Görüntüsü aynı resimdeki gibi kahverengi. Tadı ise ekşi. Ama ben sevdim. Değişik, hoş bir şey ve hafif. Patatesle birlikte yenmesi özellikle tavsiye olunur.



Çorbalar bir kenara dursun, lahana ve patates Polonya mutfağının baştacı sebzeler. Hatta pek bunlardan başka bir sebze kültürleri yok denebilir aslında. Etin çok önemli bir yeri var tabi ayrıca. Etçil bir insan olmadığım için bu kısmı beni ilgilendirmiyor ve direk atlıyorum.

Gelelim tatlılara. Tatlı olarak çeşitli kekler mevcut. Elmalı tartar ve kurabiyeler de bol miktarda bulunabilir. en geleneksel keklere örnek olarak ise "Sernik" ten bahsetmezsek olmaz. Aslında sernik, bildiğimiz cheese-cake, fakat daha bir farklı versiyonu. İçinde genelde elma da oluyor ve daha bir ekşimsi tadı oluyor. Ben çok seviyorum orası ayrı mevzu. 10 dilimi bir anda yiyebilirim, banamısın demez.
Son olarak "Pierniki" den de bahsedip yemek mevzuuna nokta koymak istiyorum, zira bunun sonu yok, hele ki benim gibi bir pisboğaz sözkonusu olunca. Neyse, Pierniki, aslında Polonya'nın Torun şehrinden geliyor. En ünlü üretici de Torun'da bulunuyor. www.kopernik.pl adresinden detaylı bilgi edinilebilir, Polonya'ya gidildiğinde eşe dosya hediyelik bu kurabiyelerden getirilebilir. Evlerde bu kurabiyelerin, kek versiyonu da yapılıyor. Pierniki'nin genel olarak özelliği, içinde değişik birçok  baharat bulunması. Karanfil ve zencefil bunların başlıcası. Bu sebepten çok değişik ve mayhoş bir tadı var. Mutlaka denenmesi gerekiyor.

Velhasıl, Polonya'nın kendine has bir yemek kültürü var. Çok yemeğe düşkün değiller, ama hala kendi kültürlerinin olması çok güzel. Avrupa'nın birçok yerine gittiğimde, klasik İtalyan yemeğinden ya da standart yemeklerden başka özel kültürel bir şey servis edildiğini görmedim. O yüzden bu çeşitlilikleri görünce çok hoşuma gitti.

Gece vakti bu kadar yemek muhabbeti yeter sanırım. Çatlamak üzereyim adeta. O kadar yemek yedim, hala doymamış gibi geldim bir de yemekleri anlatıım. Neyse güzel oldu, tatlı niyetine. Umarım sizin de hoşunuza gider, değişik değişik iştahınızı açar belki. Haydin kalın sağlıcakla...