Yaşam etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yaşam etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Kasım 2019 Çarşamba

X Eşittir Y!

Neden geldin?

En son Eylül ayının başlarında gittiğim Varşova’dan geçtiğimiz hafta İstanbul’a geldiğimden beri en çok duyduğum sorunun bu olmasına çok şaşkınım. 38 yıllık memleketime gelmek için insanlara açıklama yapmam gerekeceği hiç aklıma gelmemişti daha önce. Hoş açıklama yapmıyorum zaten orası ayrı. Ama ben açıklama yapmadıkça, insanların merakı daha da artıyor sanırım.

Merak edenlerin merakını gidereyim. Rakı içmeye geldim canlarım. Şöyle taze taze mezelerin olduğu güzel bir sofra, sofranın etrafında da kadeh tokuşturabileceğim birkaç dost. İşte bu kadar!

Ah be canlarım, ne meraklısınız o ninelerinizden miras kalan ve hiçbir hayrını görmediğiniz kalıplara sıkı sıkı tutunmaya. Eski püskü x eşittir y denklemleriyle doldurmaya bayılıyorsunuz beyinlerinizi. Ama bir şey diyeyim mi, daral geliyor bana o eski denklemlerden. Çünkü bana yeni yollar gerek. Yeni “x eşittir y”ler gerek.  Öyle çok önemli bir insan olmam da gerekmiyor. Önemli bir insan olup sıradan bir yol yürümektense, sıradan bir insan olup farklı yollar yürümek daha fazla şey katıyor bana. Ama hem sıradan bir insan olup hem de sıradan bir yol yürümek intihardan başka bir şey değil bana sorarsanız. 

Basit bir sorudan ta nerelere geldik. Hepi topu neden geldiğimi soruyor insanlar. Ama bence o kadar da basit değil işte! Çünkü insanlar diyor ki, sen yurt dışına gittiysen orada kalacaksın, senede bir kere ya da bilemedin en fazla iki kere gelip aileni görüp tatilini yapıp gideceksin. Ben öyle yapmadığım için onların zihinlerini rahatsız ediyorum. Çünkü x eşittir y hata veriyor, denklem bir türlü denkleşmiyor. 

Bu kadar sık gidip geldiğine göre zengin olmalı diyorlar herhalde. Halbuki aldığım bir uçak bileti onların aylık sigara ve kuaför masrafı belki de. Ya da kocasıyla arası mı bozuldu acaba diye merak ediyor olabilirler. Bilmiyorlar ki arada bir gidip gelince özlemenin tadı ne güzel. Hem özlediğin memleketine doyuyorsun hem sevdiceğini özleyip döndüğünde ona daha sıkı sarılıyorsun. Bir taşla iki kuş. Hem de hayatını basma kalıplara göre şekillendirmiyor olmanın özgürlüğünü yaşıyorsun o da üçüncü kuş. Hatta benim için en önemlisi bu üçüncü kuş sanırım. İçine sığamadığım kalıpları delip geçme fırsatı. 

Hayatta elbet x eşittir y denebilecek zaruri durumlar da var. Ama bu zaruri durumlar haricinde x olabilir y türü eşitliklerin sayısının çoğalması, hayatı daha mutlu yaşama ihtimalimizin de artmasını sağlıyor bence. Ne kadar çok x eşittir y, o kadar çok basma kalıp ve bu demek ki o kadar sana ait olmayan bir hayat demek. Başkalarının dayattığı denklemleri uyguladığın bir hayatta ne kadar mutlu olabilirsin ki? 

Ben ancak kendi denklemlerimi kurmaya başladığım günden beri yaşıyor hissediyorum kendimi. Öncesi sanki başkalarının hayatı gibi geliyor geriye baktığımda. X olabilir Y dediğim günden beri zihnimin tüm hücrelerine yayılan esneklik, hayatımın her noktasını esnetip genişletti. Yaşadığım müddetçe de esnemeye devam edecek. Köhnemiş denklemleriniz sizin olsun, ben zihnimi kirleten tüm x eşittir y lerle savaşmaya devam edeceğim ve hepsinden arındığım gün hayatımı daha genişlemiş daha özgürleşmiş bulacağım! 







16 Ekim 2019 Çarşamba

Uzun İnce Bir Yol


Şükür kavuşturana.

Bu sayfaya yazdığım en son yazıyı okudum. Zamana teslim olmak demişim. Sadece demekle kalmadım. Bunu gerçekten uyguladım, yaşadım. Hayatımın bir başka dönüm noktasına götürdü beni bu aydınlanma. Ve hala akıyorum o teslim olduğum hayatın akışı içinde. Bu aydınlanmayı yaşamama sebep olmuş her ne var oldu ise hayatımda, her birine ayrı ayrı teşekkür etmek istiyorum. 

Ben kendimi değişime açtıkça, hayatımda ardı ardına değişim dalgaları o kadar hızlandı ki, değiştiğim kendime ben kendim bile ayak uydurmakta zorlandım. Şimdi ona da alıştım. Bir dalga geliyor, hoop üzerinden atlıyorum, sonra yola devam. Bazen hop diye atlayamıyorum, biraz çırpınıyorum. Sonra diyorum Bahar çırpınma, Hiçbir şey yapamıyorsan dalganın geçip durulmasını bekle en azından. Bekleyip sular durulunca yüzmeye başlıyorum sonra.

Yaşadığım bu değişimlere ben bile ayak uydurmakta zorlanırken, çevremdeki insanların zorlanması kaçınılmazdı elbet. Zaten birçoğu ayak uyduramadı, o yüzden çok insanla yollarımız uzaklaştı birbirinden. Kimi yakın olanlar uzak oldu, kimi uzak olanlar ise daha yakın oldu bu süreçte. 

Bense daha dost oldum kendime. Daha çok sevdim o en korktuğum şey olan yalnızlığımı. Daha çok yüzleştim içimde kavga eden çocukla. O çocuğa şefkat gösterdikçe, daha çok büyümüş buldum kendimi. Büyüyorum. Ne güzel şeymiş büyümek. Keşke daha önce yapabilseymişim bunu!

Onca değişimden sonra, şimdi beni muhtemelen daha da değiştirip dönüştürecek bambaşka bir maceranın içinde buldum kendimi. Ait olmadığım yerde, yabancı bir ülkede, yabancı bir çevredeyim. Bir yıl önce evlilik sebebi ile geldiğim bu topraklarda, eşim dahil herkes, her şey yabancı bana. Bu öyle bir şey ki, insan daha bir çıplak haliyle görmeye başlıyor kendini. İnsanın kendi ülkesindeyken yaşadığı basit bir yalnızlık, burada benim "yapayalnızlık" diye tanımlayabildiğim bir duyguya evriliyor. 

Meğer geçirdiğim onca değişim, bir nevi hazırlık süreci gibiymiş bu "yapayalnızlık" denen şeye. Zira insanın o en çıplak halini olduğu gibi görüp kabul etmesi, altından kalkması kolay bir şey değil, çok sağlam irade gerektiren bir şey. Ben şimdi bir yandan o iradeyi sağlamlaştırmaya çalışırken, bir yandan da bütün güvenlik alanımdan, konfor alanımdan, alışkanlıklarımdan, aidiyet diye tanımladığım her şeyden vazgeçmeyi başarmış olmanın cesareti ile kendime yeni bir hayat kurmaya çalışıyorum. 

Velhasıl her şeye sıfırdan başladığım bir noktada, yeni bir dünya yaratmak adına yepyeni bir yol çizdim ve yavaş yavaş, adım adım yürüyorum bu yolda düşe kalka. Geçtiğimiz günlerde Gdansk'ta çektiğim bu amatör video da bu yola ithafen gelsin. Tekrar buluşmak dileğiyle...



26 Mart 2017 Pazar

Zaman'a Teslim Olmak

Zaman…
Hani şu her şeyin ilacı olan...Doğruymuş. 
Zamanın akışına olduğu gibi bıraktığın zaman kendini, hayat da akıyormuş bir şekilde. Daha huzurlu, daha dingin, daha farkında olarak her şeyin.

Öğrendim bunu en sonunda. Her ne kadar ilk başlarda bir o yana bir bu yana savrulsam da, 36 yaşıma yaklaştığım şu günlerde artık kendimi bütünüyle zamanın egemenliğine bıraktım. Artık inatlaşmıyorum onunla 20’li yaşlarımdaki gibi.  Geç kalmışım, henüz erkenmiş gibi endişeler yok artık. Önüme ne sunarsa o var. Uçsuz bucaksız masmavi bir denizin engin sularına bırakır gibi bırakıyorum kendimi zamanın kendi bildiği gibi ilerleyen akışına. Bilmiyorum yarın beni nereye götürecek. Önemli değil. O biliyor nasıl olsa. Patron o. Alıp götürecek beni olmam gereken yere, yapmam gerekenleri yapmam için. Üç gün sonra beş gün önce olmasının bir ehemmiyeti yok. Doğru zaman diye bir şey var bunu da öğrendim. Sen istediğin kadar diren zamana karşı, o doğru zaman denen şey kapına dayanmadan ilerlemiyor yelkovan. Çırpındığınla, yıprandığınla, etrafını yıkıp geçtiğinle kalıyorsun direndiğinde.

Şuraya yazmadığım iki yıl içerisinde hayatımda olup bitenin haddi hesabı yok. Önce biraz sevinç, tatlı telaşeler, sonra biraz üzüntü, sonra biraz daha büyük acılar derken duygusal yoğunluğu yüksek günler içerisinden geçip, kendimi kollarına bıraktığım zamanın akışında yine sağa salim yürümeye devam ediyorum. Hayat her geçen gün kendimle daha fazla baş başa kalacağım, daha fazla tek başınalığı deneyimleyerek yalnızlığımla barışmamı sağlayacak bir şekilde ilerledi. Kendimi tanıyıp yalnızlığımla barışınca daha iyi anladım tüm gençlik hatalarımın, geçmiş korkularımın sebebini. 

Büyümek bu olsa gerek. Yoksa olgunlaşmak mı? Aslında zamanın her birimizin önüne sundukları büyüyüp olgunlaşmamız için gerekli bir mücadele mi? Sanırım evet. Teslim olduğunda mücadeleden sağa salim çıkabiliyorsun ancak. Teslim olmadığında ise, bir o yana bir bu yana savrulurken kaybolmuş buluyorsun kendini. Issız bir ormanın ortasında nereye gideceğini bilmezmişçesine çaresiz, korku ve endişe içinde…

21 Mart 2015 Cumartesi

HOŞGELDİN BAHAR


Bilenler bilir, adımın da Bahar olmasının etkisiyle ben her Bahar’ın gelişinde içim kıpır kıpır olur heyecanlanırım. Doğanın uyanışı adeta doğum günüm hissi verir bana. Tabiat ananın uyanıp yeniden doğduğu gün benim de doğum günüm olur.

Tevekkeli değil asırlardır bu günü birçok medeniyet bayram ilan edip şenliklerle kutluyor. Soğuğun şiddetinden, karanlığın kasvetinden yorulan doğanın yeşile dönüp aydınlanışını danslar eşliğinde kutluyor insanoğlu Anadolu topraklarında. Adına da “nevruz” diyor. Daha doğrusu biz bunu Türkçe’ye nevruz olarak çevirmişiz. Kelime aslında eski Farsça’dan geliyor. Yeni anlamındaki “neva” gün ışığı anlamına gelen “rəzaŋh” ile birleşerek bugünkü Farsça’da noruz olarak anılıp “yeni gün/gün ışığı” anlamına gelen kelimeyi oluşturuyor. Bu kelimeye biz nevruz diyoruz, Azerbaycanlılar novruz diyor, kürtler newroz diyor vs. Sonuçta hepsi bir yerden geliyor ve aynı şeyi ifade ediyor; doğanın yeni gün ışığıyla uyanışını… Bu yeni gün ki, Bahar’ın ilk günü.

Ayrıca bazı eski takvimlerde yılın ilk günü olarak kabul edilmiş bu gün.  Astrolojide de zodyağın ilk burcu olan Koç burcunun başladığı gün olmasından sebep astrolojik yılın başlangıcı olarak kabul ediliyor. Hatta bugün dünya astroloji günü olarak kutlanıyor.

Bizim ülkemizde ise malum devlet politikaları sebebiyle bayram olarak kutlanması gün be gün gelenekten çıkıp zaman içerisinde adeta kavganın simgesi haline gelmiş. Senin bayramın benim bayramım diye ayrı düşürülmüş.  Bahar bayramının seni beni mi olur halbuki? Cemre düşmüş, tabiat ana uyanmış, kırlar yeşile boyanmaya başlamış, gökyüzünün mavisiyle dağların ihtişamı buluşmuş ama biz kavgaya tutuşmuşuz.  Kavganın sebebi her ne olursa olsun kim olursa olsun, ki bir kavga varsa hiçbir taraf masum değildir, bu kavga doğanın bize sunduğu aydınlığı karartma hakkına sahip değildir.

Şu sıralar çok sık dinlediğim İran’lı bir müzik grubu var, aynı bizim Kardeş Türküler’e benzeyen bir grup. Bu grubun icra ettiği ve yazının sonunda paylaştığım Nevruz adlı çalışmaları bahsettiğim kavganın ne kadar gereksiz olduğunu hatırlatıyor bana her seferinde. Bu paylaştığım çalışmada hem Farsça, hem Kürtçe hem Türkçe(Azerbaycan Türçesi) Bahar ve Nevruz Türküleri coşku içinde seslendiriliyor. Zaten baştan sona dinlerseniz sık sık “bahar” kelimesi geçiyor.(Bahar kelimesi de zaten Farsça bir kelime). Ben her dinleyip izlediğimde içim kıpır kıpır oluyor ve bu topraklar üzerinde yaşayan her insanın aslında kardeş olduğunu, diller farklı olsa da duyguların aynı olduğunu, aynı şeyleri paylaştığını hatırlıyorum, tıpkı türküler gibi. İstiyorum ki bu kardeşliği tek bir kişi bile unutmasın. Unutmasın ki değişen devlet politikaları, her gün değişen uygulamalar, kendi çıkar ve hırslarından başka hiç bir şey düşünmeyen örgüt&devlet liderleri, bizleri birbirimize düşman edemesin. Her Bahar Bayramı kavgayı değil kardeşliği hatırlamamıza vesile olsun. Kutlu olsun! Mutlu olsun! Selam olsun Bahara! Newroz piroz be!
 

 

23 Şubat 2015 Pazartesi

KADIN OLMAK


Çok zor kadın olmak, çok.

Sadece bu ülkede değil, her yerde zor. Ama burada daha da bir zor sanki. Daha çocuk yaşta başlıyor onu yapma, bunu giyme, oraya gitme, şununla konuşma, bununla gezme, şöyle yapma, böyle deme ve benzeri yapma etmeler. Bu yapma etmeli cümlelerin erkek için kullanılan tek hali ise terli terli su içme oğlum olur ancak. Hani futbol oynar da terlerler ya ondan.

Baktığında ailelerimiz hep bizi korumak için böyle yetiştiriyor. Evet doğru, ortamı göz önünde bulundurunca korumak da gerekiyor belki ama ortamın böyle şekillenmesinde erkeğin kadından bu kadar farklı yetiştirilmesinin payı çok değil mi? Kadının daha çocuk yaşta önüne “yapma” “etme”ler dizilirken, erkeğin önünün bu kadar açılması baştan uçurum yaratmıyor mu?

Abine su götür kızım, kahvaltı hazırla kızım. Daha 6-7 yaşındayım halbuki. Abimse benden beş yaş büyük. Benim mantığıma göre küçük olduğum için abimin bana yemek hazırlıyor olması lazım. Ama sistem böyle demiyor. Sistem kadın yapar diyor. Hele o kadın bir de küçükse hiç kaçarı yok. Ki bu sadece benim mütevazi, nispeten Türkiye genellemesine göre daha rahat yetiştiğim ailemden ufak bir örnek.

Yaş biraz daha ilerleyince abi bir yandan anne baba bir yandan başlarlar o eteğin boyu ne Bahar, ne öyle kolların çıplak çıplak geziyorsun Bahar, neredeydin bu saate kadar Bahar, erkeklerle oynama Bahar. Bahar da Bahar. Ama erkeğe söylenen tek şey, bu ne kadar ter oğlum, terli terli bari su içme oğlum. Dediğim gibi bu sadece ufak bir örnek çocukluğumdan hatırladığım kadarıyla. Kaldı ki ben şanslıyım, ailemdeki bütün kadın karakterleri güçlü olduğu için otomatikman kadına saygı gösteren bir sistem var bizim ailede. Ama yine de kadın onu yapmaz kadın bunu yapmaz kadın şöyle oturur şöyle kalkar kalıplarından kurtulamamış bizimkiler Anadolu insanı olarak.

Şimdi düşünüyorum da babanın anneyi dövdüğü, hor gördüğü bir evde büyüyen bir erkek çocuk büyüdüğünde kadınla ilgili nasıl bir kanıya sahip olur? Bir de üstüne kendi de dayak yiyorsa…

Kız çocuğuna özel kurallar konan bir evde büyüyünce erkek çocuğu da bu kuralları benimsemiyor mu en başından karşı cins için? Sonra ileriki hayatında bilinçaltında mini etek giyen, askılı bluz giyen kadın orospudur ya da kaşardır gibi bir kalıp olarak çıkıyor karşımıza. Sokağa çıkıp 100 tane erkeğe sorsak, mini etek giyen kadın hakkında ne düşünüyorsun diye, en az 90’ından buna benzer şeyler duyacağımıza şüphem yok. Çünkü böyle öğretiliyor. Önce evde sonra okulda. Koskoca liseli kızlardık, etek boyu kontrolü yapılırdı her sabah sınıflara girmeden önce. Eteği diz üstü olan kızlar cezayı yerdi bi güzel. Ama bir kıza oğlanın biri laf atsa ona ceza veren bir sistem yok. Hangi akılla mantıkla açıklanabilir ki böyle bir ayrım?

Akşamın bir vakti sokakta tek başına dolaşan kadın da yolludur zaten şeklinde ayrıca yoğun bir kanı olduğuna eminim. Kimse bunu dillendirmez belki ama bilinçaltında yatar içten içe. O yüzden o minibüs şoförü gencecik güzelim kıza saldırma hakkını görür kendinde bir an gaza gelerek. Bugün Özgecan yarın başka bir genç kız olarak çıkar karşımıza. Her gün 3. Sayfa haberlerinde gördüklerimiz cabası.

Her gün karşılaştığımız acı ve şaşkınlık dolu onlarca haber aslında sapık düşüncelerle kurallarla yetiştirilmişliğimizin, şiddete meyilli oluşumuzun, erkek yapar ama kadın asla yapamaz diye beynimize yerleştirilmiş tabuların bir yansıması. Ne zamanki şiddetten ve kadın-erkek ayrımından uzak, sapıkça tabulardan uzak, incelikle nezaketle yetiştiririz yeni nesilleri, ancak o zaman rahat bir nefes alabiliriz kadın olarak. belki. Ne zaman ki küçük kız çocuklarına kapat oranı gösterme ayıp ama erkek çocuğuna göster pipini amcalara evladım yüzsüzlüğünden vazgeçeriz, kız çocuğuna ne giymesi gerektiğini değil de erkek çocuğuna kadınlara karşı nasıl davranması gerektiğini, nerede durması gerektiğini öğretiriz, ancak o zaman bir arada huzur içinde yaşayabiliriz. Aksi takdirde pembe otobüs de yetmez, ülkeyi pembe mavi diye bölsek ancak kurtarır.  

Ha benim ümidim var mı derseniz, maalesef yok. Sadece çok üzgünüm.  

25 Ocak 2015 Pazar

Beni Sarar Melankoli


Öyle bir melankoli haliyle başladım ki 2015’e, şu satırı yazarken bile bir yandan kafamda deli düşünceler kol geziyor. Yazayım da rahatlayayım tarzında sabit bir düşünce olsa kolay iş. Ama öyle değil. Bildiğin jet hızıyla yüzlerce düşünce gelip geçiyor sürekli aklımdan.
Sanırım hepsi 2015 eksi 1981 işleminin sonucunun 34 olduğunu fark etmemle başladı. Yeni yıla girerken yeni yaşıma da hazırlık yapayım bari düşüncesiyle çıktı tabi bu işlem. Sonra da olan oldu. Sanırım bir nevi 35 yaş sendromuna girdim.

Çocukluk fotoğraflarıma bakıp bakıp ağlıyorum. Öyle böyle ağlamak değil hem de, hüngür hüngür. Tam olarak neye ağlıyorum belli değil. Geçip giden zamana mı, yaşlanıyor olmaya mı, yaşanmışlıklara mı yoksa yaşanamamışlıklara mı…bilmiyorum. Bir burukluk bir melankoli hali işte.

Aslında melankoli benim hayatımda hep vardı. Küçüklük fotoğraflarıma bakınca daha bir hatırladım. Hep bir hüzün vardı üzerimde çocukken bile. Mutsuzluk değil bu başka bir şey. En mutlu olduğum anlarda bile yaşanan bir “hüzün” bir “burukluk”. Şimdi gün geldi çattı 34 yaşıma geldim, hazır 35 yaş sendromuna da girmişken bu hüzün tarafımla yüzleşmeye koyuldum.

Küçükken yazın ortasında sandıktan kazaklarımı çıkarır giymeye çalışırdım annem algılayamazdı. Bunu yapma sebebimse kışı özlüyor olmamdı. Halbuki yazı çok severdim, sürekli denize girer çıkmak bilmezdim (hala öyleyim) çok mutlu olurdum, ama bir şekilde kışı tamamen geride bırakmış olmak beni hüzünlendirirdi, sanki kış bir daha hiç geri gelmeyecekmiş gibi. Aynı şeyi kışın da yaz mevsimi için yapardım. Yazlık tişörtlerimi çıkarır giyerdim anne ben yazı özledim diyerek.
Şimdi artık büyümüş olmanın farkındalığıyla ne yazın kışı ne kışın yazı özleyip hüzünlenmiyorum. Ama bu sefer de farklı hüzünler oluyor elbet. Yeni yılı karşıladığım yabancı ülkede kendi ülkemde olmadığım, sevdiklerimden uzak olduğum için hüzünleniyorum mesela, ama dönünce de oradan uzak olduğum için, oradaki sevdiklerimden uzak olduğum için... Sonra sorgular halde buluyorum kendimi. Nereye, neye aitim ben diye. Yaza mı kışa mı? Oraya mı buraya mı? Peki acaba bunun bir önemi var mı? İnsan illa bir yere ait olmak zorunda mı?

Belki zorunda değildir ama insan ait olma ihtiyacı duyuyor bir şekilde bir şeye bir yere.  Belki de benim hayatım boyunca hüzün diye adlandırdığım şey, eksik, tamamlanmamış bir duygu. Ne aileme, ne doğup büyüdüğüm yere, ne ailemin geldiği yere, ne başka bir ülkeye, ne arkadaşlara, ne müziğe, ne yaptığım işe… hiçbirine hissetmediğim aidiyet duygusu. Hepsine olan sonsuz sevgimle kendimi hiçbirine tam olarak ait hissetmeyişimin arada kalmışlığı…

Evet arada kalmışlık… Yaz ile kış mevsiminin arasında, gece ile gündüzün arasında, aile ile sevgili arasında, iş ile aşkın arasında, gurbet ile sıla arasında, hep arada, her şey arada. Hiçbir şey tam değil o yüzden. Hep bir eksik. Hep bir yalnız. Hep bir melankoli…

Tam da Sabahattin Ali’nin dediği gibi;
Ne bir dost ne bir sevgili
Dünyadan uzak bir deli
Beni sarar melankoli

 

27 Eylül 2014 Cumartesi

DOĞU’DA BİR CENNET: HALFETİ


İş için çok seyahat ediyorum malum, ama bu yaz kendim için de epeyce bir gezdim. Oradan oraya o kadar yer gezdim ama bir yandan da iş peşinde koşturduğum için oturup yazacak vakit bulamadım. Yaza açılışı Malta’da yaptım, iş seyahati için gittim ama aynı zamanda çok keyifli vakit de geçirdim. Daha sonra bir hafta sonu kaçamağı Çeşme, bayramda Erzincan, Sivas, sonrasında Rodos, Marmaris, Datça derken yazı kapattım. Eylül ayı itibarı ile de yoğun tempolu iş sezonunu açtım.

İş için sık sık gittiğim Gaziantep’teydim yine geçtiğimiz hafta. Bunca yıldır Gaziantep’e gider gelirim ama yaptığım tek şey genelde koştur koştur müşterileri dolaş sonra koştur koştur ya otele ya da havaalanına gitmek olur. Arada vakit olur da bir öğle yemeği yersem ne mutlu. Gerçi benim gibi et ve kebap sevmeyen bir insan için Gaziantep ve civar bölgede yemek yemek çok da keyifli olmuyor. Bir öğün neyse de birkaç öğün yiyemiyorum oralarda ben.   “Ne yemek istersiniz sorusu” Gaziantep’te “kıyma mı yersiniz kuşbaşı mı yersiniz” şeklinde oluyor genelde. Her ne yersem yiyeyim sonrasında midemden geri gelmeye çalışıyor. Yağından mı, baharatından mı artık bilemiyorum neyinden ama çok ağır geliyor bana.  Ama yine de denemek için yerim. Mesela Halil Usta diye bir yer var en güzel orası yapıyor kebap denen şeyi. Hatta bence Türkiye’de en iyi et yapan yer orasıdır. Bir de İmam Çağdaş var ama Halil Usta İmam Çağdaş’a en az on basar. Aklınızda bulunsun olur da giderseniz.

Gaziantep büyük bir şehir. İstanbul gibi yoğun bir trafiği yok ama yine de büyük. 2 milyon gibi bir nüfusu var sonuçta. Büyük şehir olmasından mütevellit artık orada da nereye baksan beton yığını. Beş-On sene önce bomboş duran arazilerde şimdi koca koca Toki konutları var. Dağ taş olmuş beton. Dün işim beklediğimden erken bittiğinde akşamki uçak saatine kadar ne yapacağımı bilemedim o beton yığını içerisinde. Normalde gidip içinde oturup bilgisayarımı açıp çalıştığım bir alışveriş merkezi var ama hiç içim almadı oraya gitmeyi de. Sanayiden arabayla çıktım D-100 yolunda öylece giderken içimden şehir merkezi tabelalarını es geçip Urfa tabelalarını takip ederek yolun nereye gittiğine şöyle bir bakmak geldi bir süre. Onca senedir gidip geliyorum, daha ilk defa havalimanı tabelasından sonrasına kadar gittim. Ben ki seyahat etmeyi yeni yerler görmeyi keşfetmeyi bu kadar seven bir insanım, ama kısmet olmadı işte. Bugüneymiş kısmet.

Yol tek şeride indikten sonra fıstık tarlaları başladı sağlı sollu. Fıstık tarlaları boyunca ilerlerken acaba şu sular altında kalan şehir uzak mıdır çok diye içimden geçti. Evet o şehir Halfeti. Baktım haritaya, saat de müsait, dedim ben giderim buraya. Zaten Fırat Nehri söz konusu olunca benim içimi bir heyecan kaplar hep, o heyecan beni Halfeti’ye kadar götürdü.

Giderken fıstık bahçelerini izleye izleye gittiğim için otobana girmedim o yüzden Birecik’in (Urfa’nın ilçesi) içinden geçerek gittim. Otoban’dan gitmek tabi daha kısa sürede götürüyor ama böyle gidince de gittiğim her kilometrenin keyfi başka oldu. Nizip’i Birecik’i fıstık bahçelerini görmüş oldum çok da güzel oldu.

Birecik’ten Fırat nehrini soluma alıp ilerlerken zannettim ki Halfeti’ye kadar bu yol böyle Fırat’ın kenarından gidecek. Fakat bir süre sonra Fırat kayboldu tepelerin arazilerin arasından geçen virajlı bir yol başladı. Sanırım 30 kilometre kadar o yoldan gittim. Acaba doğru yolda mıyım diye tereddüt ettiğim çok oldu. Zira o tepenin arazinin fıstık tarlalarının sonunda nasıl Fırat’ı göreceğimi algılayamadım. Derken tam yolun sonunda tepe bir yere geldiğimde Fırat büyüleyici görüntüsüyle karşıladı beni. Durdum o tepede fotoğraf çektim her ne kadar etrafta in cin top oynasa da. Biraz korkmadım değil, ama o kadar muazzam bir görüntüydü ki bu durup biraz o havayı içime çekmek istedim. Hem Fırat’ı izledim o tepede hem de sessizlikte huzur buldum. İyi ki gelmişim dedim. İyi ki dinlemişim iç sesimi ve gelmişim diye şükrettim. O beş dakika o havayı soludum ya o bile bana yetti, eve huzur içinde geri dönebilirdim artık. Ama daha hala vaktim vardı o yüzden Halfeti’nin içine doğru ilerledim.

Halfeti’nin içine girer girmez genç bir delikanlı durdurdu beni. Abla gel tekneyle gezdireyim seni dedi. Yav hele bi dur nefes alayım şöyle bi oturayım nehir kenarında dedim ama yok dinlemedi. Dedi ki ilersi daha güzel. İlersi neresi diyorum ben içimden. O kadar bir şey bilmiyorum ki sadece gidicem arabayı park edicem, orada bir çay bahçesinde bir şeyler içip bir gözleme yiyip geri dönücem diye düşünüyordum gelmeden önce. Meğerse buranın yolu yordamı tekne turuymuş!   

Halfeti bundan 14 yıl öncesine kadar daha güzel bir yermiş. 2000 yılında Birecik Barajı’nın yapımıyla birlikte nehir suyu 30 metre yükselince nehir kenarındaki neredeyse bütün köyler(20’den fazla köy olduğunu söyledi delikanlı) su altında kalmış. Sadece şimdilerde ismi “Eski Halfeti” olarak geçen ilçe merkezinin bir kısmı ayakta kalmış. Suyun yükseleceği önceden belli olduğundan, insanlara yeni yerler vermiş devlet. Eski Halfeti’nin 10 kilometre ötesinde şimdi adı Yeni Halfeti olan yer burası da. Yani Halfeti’nin halkı artık Yeni Halfeti denen, Fırat’ın kenarında olmak bir yana dursun tepeden bile Fırat’ı görmeyen bir yerde yaşıyor. Ben olsam ne yapardım bilmiyorum. Her gün güne Fırat’ın ihtişamıyla başlarken birdenbire bir beton yığınının içinde bulsaydım kendimi, hiç hoşnut olmazdım bu durumdan eminim.

Yaklaşık 2 saati buldu tekne turumuz. Nehir boyunca tekneyle epey bir ilerledik. Kuzeye doğru
ilerlerken sol tarafımızdaki kara parçasının Gaziantep, sağ taraftaki kara parçasının Şanlıurfa’ya ait olduğunu öğrendim. Zaten Halfeti resmi olarak Şanlıurfa’nın ilçesi bu arada. Ama Fırat’ın bir tarafı Antep bir tarafı Urfa’da kalmış.

Buralarda binlerce yıl öncesinde medeniyetler yaşamış. Antep sınırları içinde kalan bölgede bir kale var o dönemlerden kalan. Baya eski olduğu belli. Yine aynı bölgede birçok mağara var. Hatta söylentiye göre dönemin Kral’ının kızı o mağaralardan birinde yaşıyormuş.



Nehir boyunca tekneyle ilerlerken sağlı sollu eski köylerden kalan kalıntılar görünüyor. Suyun altında görünenler ürkütüyor insanı. Üstünde kalan üç beş yer de ya restoran olmuş ya çay bahçesi. Yukarıdaki resimde görünen evler kalabalık bir köyden geriye kalan terkedilmiş evler. Bir de yarısı suyun içinde yarısı suyun üstünde kalmış bir cami minaresi.

Eski medeniyetler yaşar da kilise olmaz mı. Burada da bir kilise var elbet. Hastayım zaten bu eski insanların buldukları her kara parçasında, mağara içinde bile olsa kiliselerini ya da Hristiyanlık öncesiyse tapınaklarını eksik etmemelerine.

Kiliseyi dolaştıktan sonra kilisenin hemen yanındaki ufak restoran’da yörenin meşhur “Şabut Balığı”
nı denemek istedim. Güzel bir salata eşliğinde getirdiler sağolsunlar. Fakat ne yazık ki Şabut’u sevmedim. Sanırım ben tatlı su balıklarını sevmiyorum. Alabalık yiyorum yine iyi kötü ama bu Şabut denen balık aşırı kılçıklı bir balıktı. Bir de önceki günden kebaplar midemi biraz rahatsız ettiği için hassas mideyle tadı da iyice bir kötü geldi bana. Belki normal zamanda yesem bu kadar kötü gelmez.

Şabut’u da yedikten sonra artık tekneyle geri dönme vakti geldi. Eski Halfeti’nin tekneden görüntüsünü de özellikle paylaşmak istiyorum. Çünkü özellikle dikkat çekmek istediğim bir şey var burada. Yandaki fotoğraftan da görüleceği üzere bu güzelim otantik sevimli şehrin tepesine kocaman bir otel inşaatı başlatmışlar. Bu kadar güzel bir gezinin ardından sinirlenmek hoş değil ama bu koca otel inşaatını görünce bütün sinirlerim yerinden oynadı. Ağlayabilirdim bile o derece. Hiç mi göz izan akıl fikir yok buraya bu ucubenin yapılmasına izin verenlerde. Allah aşkına hiç mi yok! Hiçbiri yoksa Allah korkusu da mı yok böyle bir güzelliğin içine şu çirkinliği yerleştirip berbat ediyorsunuz? Gelen turistlerden utanıyorum resmen. Yazık çok yazık.

Her ne kadar ucube otel kısmı beni sinir ettiyse de Fırat’ın büyüsüyle geçirdiğim bu güzel öğle vaktinden sonra keyfime diyecek yoktu. Rehberim olan delikanlı da sağ olsun pek bir ilgilendi benimle. Tekneden sonra arabama kadar geçirdi beni, abla suyun neyin var mı  getireyim mi diye bile sordu. İnsanlık hala ölmemiş burada. Olur da sizin de yolunuz düşerse, bulun bu delikanlıyı, ismi Nuri Kaptan, iki tane tekneleri var biri kelebek diğeri de Siyah Gül. Ha bu arada bahsetmeyi unutmadan, Siyah Gül Halfeti’ye özgü, sadece burada yetişen bir gül çeşidi. Hatta Fox TV’de yayınlanan Kara Gül dizisi de ismini bu siyah gülden alıyor. Ayrıca Nuri Kaptan diyor ki dizinin Halfeti’ye çok faydası oldu, insanlar dizi sayesinde duyup gelmeye başladı biz de iş yapmaya başladık.


Hep iş hep iş temposunun içinde iyi ki birdenbire aklıma geldi Halfeti ve iyi ki gittim bu diyarlara. Fırat’ın sularının değdiği her yer gibi Halfeti de cennet gibi göründü bana. Öyle neşeli öyle sevinçli döndüm ki İstanbul’a, ilk defa bir seyahat dönüşü yorgunluktan ölüyor gibi hissetmedim aksine enerji dolu döndüm evime.  Bir dahaki Antep seyahatimde belki hafta sonu İstanbul’a dönmeyip  daha eni kunu bir vakit ayırırım Halfeti’ye… 

5 Şubat 2014 Çarşamba

"Gebersin Pezevenk"

Bugün hiç aklımdan çıkmadı bu söz.
 
Asıl düşündürücü olansa nereden aklıma geldiği, durup dururken gelecek değil ya.
 
Haziran 2013'de Eskişehir'de polisler tarafından dövülerek öldürülen 19 yaşındaki Ali İsmail Korkmaz'ın davası görülüyordu geçtiğimiz gün malum. İşte bu söz bizzat Ali İsmail'e ithafen sarfedildi bir yakınım tarafından, yazılı olarak, sosyal medya mecralarından birinde. Gerekçe ise Ali İsmail'in ateist ve islam karşıtı olması.

Donakaldım okuduğum vakit. Üstelik bunun yanısıra başka ne hakaretler...

Beni düşündüren şey ise sadece bir kişinin bu söylemi Ali İsmail'e ya da başka birine ithafen yapmış olması değil. Sadece ülkemizde de değil, kimbilir dünya üzerinde kaç milyon(ya da milyar) insan başka bir insanın ölümünden veya çektiği acıdan keyif alıyor. Kimbilir kaç insan başka birinin "gebermesi" için dua ediyor. Yani insanlık  nefret, kin, öfke üzerine dua ediyor. 

Halbuki insanlığa örnek olması için yüzlerce, binlerce yıl önce yeryüzüne gelmiş olan insanlar bunun tam tersini söylemiyorlar mı? Herşeyin, hele ki dua gibi bir enerjinin tamamen saf bir sevgi ile yapılması gerekiyor mu? Örnek insan olmak, ruhumuzu olgunlaştırmak için kendimizi nefret, kin, öfke gibi olumsuz duygulardan arındırıp sevgiye yönelmemiz gerekiyor mu?

Dünya üzerinde 8 milyar insan yaşıyor ve bunun yaklaşık 1.5 milyarlık bölümü müslüman nüfusu. Bu durumda birleşip 6.5 milyarı "gebertmek" mi gerekiyor illa? Ya da "gebermeleri" için dua mı etmek lazım? Bu 6.5 milyar içinde açlıktan sefaletten kıvranan milyonlar, milyarlar var. Önce onların "gebermesi" için dua edelim madem, daha hızlı olur, zaten açlar(?) Onların "gebermesi" için dua edelim, ama bir yandan da Müslüman ülkelerde sefalet çekenler için ağlayalım, sızlanalım(?)
 
İnsan olma yolunda ilerlediğinizi mi düşünüyorsunuz siz gerçekten?  Sadece kendinden olana tahammül edebilen ve başkalarının yaşadığı acıdan keyif almak ne zaman insanlık oldu? Yazık ki o kıldığınız namazlar, yaptığınız tüm ibadetler  de olgunlaştıramıyor ruhunuzu. Zira ister beş ister on vakit namaz kıl, zihnine, kalbine nefret ektiğin sürece daha çoook yolun var bu yeryüzünde.
 
Ne ekiyorsa onu biçiyor insan. Nefret ektiğin sürece nefret biçmeye devam edeceksin. Sen birileri için "gebersin pezevenk" dedikçe başka birileri de senin için "gebersin pezevenk" diyecek. En kötü insanı gözümün önüne getirdiğimde bile bu sözü söylemiyorum ben. Çünkü biliyorum ki o da yaptığı kötülükleri nefretinden, öfkesinden, kininden yapıyor. Önünde sonunda arınması gereken olumsuz duygularından yani. Bense onun seçtiği şeyi seçmiyorum, çünkü biliyorum ki bu bir seçim, ben bu yüzden sevgiyi seçiyorum. İstiyorum ki herkes sevgi eksin şu dünyada, hayal gibi ama aslında çok kolay, hatta en kolay. Savaşmaktan daha kolay. Ne zaman ki insanlık bu bilince ulaşır, ancak o zaman daha huzurlu bir dünyamız olur üzerinde yaşanacak. Aksi takdirde cehennemi yaşamaya devam ederiz bu yeryüzünde.

3 Şubat 2014 Pazartesi

2013 - 2014

Ne acayip seneydi 2013.
21 Aralık 2012'de dünyanın sonu gelecek diye beklerken insanlar, dolu dizgin geldi 2013 hızlandırılmış enerjisiyle. Rüzgar gibi hızlıca geldi, sildi, süpürdü hızlıca da gitti.

Ve geldi 2014, yeni bir yıl, yepyeni, enerjiler, umutlar, yeni hikayeler, yeni, hedefler.
Belli ki bu da dört nala bir yıl olacak. Baksanıza, bir ayı hızlıca geçip gitti bile.
Zaten Çin astrolojisine göre "at yılı" diyorlarmış bu yıla. Adından belli ya.
Dört nala koştura koştura geçecek bu yıl. Tabi koşturanlar biz olucaz.
Zaman bir yandan dört nala ilerlerken bizim de aynı hızla ilerlememiz gerekecek.
Yine değişim ve dönüşüm dolu bir yıl olacak hepimiz için, dünyamız için.
Dileyelim ki, hepimizin hayrına olsun. Mutlu, huzurlu, güzel bir sene olsun...

14 Aralık 2013 Cumartesi

Bir işkence yöntemi olarak sigara


Sigara ile ilgili daha önce de bir şeyler yazdığımı hatırlıyorum. Ama elimde değil, sigara içenlere olan öfkem bitmek dinmek bilmiyor.

Genelleme yapmak istemiyorum aslında ama kendimi tutamıyorum. Karar verdim, sigara içen insanların hepsi ileri derecede saygısız. Evet ne dediğimin farkındayım. İster alınganlık yapın, ister kızın, ister küsün ama bu fikre boşuna kapılmadım.

Eskiden kapalı alanlarda tıkışıp kalırdık hep birlikte, onlar yanı başımızdaki masada dumanlarını tüttürürken biz bir yandan zehirlenirdik, bir yandan öksürüklere boğulurduk, bir yandan elimiz yüzümüz saçımız kılığımız kıyafetimiz is kokusu içinde kalırdı. Eve gittiğinde arın arınabilirsen o kokudan.

İyi güzel şimdi kapalı yerlerde sigara içilmesi yasaklandı. Ama malum evinde yasaklayamıyorsun. Hadi bir odasında yasakladın, illa evin bir tarafında sigara içireceksin. E onlar sigara içerken de yanlarında oturacaksın. Yani öyle ben gideyim de nikotinimi alayım geleyim yok. Kahve içilecekse mutfakta içilecek örneğin ve mutlaka sigara eşliğinde içilecek. Aksi mümkün değil. Mazallah desen ki, ya ben fena oluyorum içeri gidiyorum siz sigaranızı için içeri gelin, e tamam o zaman bir daha gelmeyelim biz sana diye tafrayı koyarlar hemen.

Dışarıdaki mekanlarda da ayrı bir mevzu. Toplulukla bir yere gitmek ölüm adeta. Zira o toplulukta iki üç tane sigara içen varsa, herkesi kendilerine uydurmaya çalışırlar. İlla sigara içilen yerde oturulacak efendim. Kış günü buz gibi yerlerde oturduğumu, bir de üstüne o pis duman kokusuna maruz kaldığımı iyi bilirim.

O yüzden tek başıma bir yere gitmeye bayılıyorum. Oh ne güzel, kafama göre istediğim yerde oturuyorum. Dün yine o günlerden biriydi. Bilgisayarda çalışabileceğim bir kafeye gittim ve güzel bir yere oturdum. Fakat oturduğum masanın tam yanında dışarı açılan kapı var ve malum sigara içen arkadaşlar bir içeri bir dışarı girip çıkıyorlar. Bazıları ise saatlerce dışarıda oturuyor buz gibi soğuk, daha bir gün öncesinde kar yağmış İstanbul havasında. Nerede kaç derece sıcaklıkta otururlarsa otursunlar umrumda değil de, kardeşim insan açtığı kapıyı da mı kapatmaz? İzledim, izlemekle kalmadı analiz ettim, dışarı çıkan her on kişiden yedi tanesi kapıyı açtı fakat kapatmadı. Sonuna kadar o kapı öyle açık kaldı. Her seferinde kalktım kapattım kapıyı. Olmadı bir sonraki seferde söylendim bir tanesine. Ama nafile, her dakika yeni biri geliyor hangi birine söyleyip uyarıcaksın. Koca koca insanlar, açtığı kapıyı kapatmasını ben mi öğreteceğim ayrıca. Kalktım yerimi değiştirdim ama pek farketmedi. İçerisi buz gibi oldu. Ayaklarım buz kesti. Şimdi soğuk algınlığından mayhoş mayhoş geziniyorum.

Şunu anladım ki, ben sadece sigaradan değil, sigara içenlerden de rahatsız oluyorum. Onların bu bencil, kimseyi umursamaz, anlayışsız, düşüncesiz  ve saygısız tavırlarından rahatsız oluyorum. Çok yakınımdaki insanlar da bu genellemeye dahil. Zira içlerinden hiçbiri çıkıp da, "canım ben bi sigara içip geleyim sen rahatsız olma" deme nezaketini göstermedi bugüne kadar. Bu bencilliğe artık bir son diyorum!

24 Kasım 2013 Pazar

Evren ve Biz

Enerji çalışmalarıyla her geçen gün daha çok ilgilendiğim şu son 4-5 yıl içerisinde diğer gezegenlerin, güneşin, ayın ve dolayısı ile etrafımızdaki enerji değişimlerinin üzerimizde meğer ne kadar etkisi olduğunu hayretle izler ve bu etkileri bizzat deneyimler oldum.

Bir yandan kaderimizin bizim elimizde olduğunu düşünüp, bir yandan da çizdiğimiz bu kader yolunda önümüzde bizim gücümüzü, yolumuzu etkileyen yüzlerce etkenin olduğunu görmek aslında bir çelişki. Kaderimiz gerçekten bizim elimizde mi yoksa önümüze çıkan engeller karşısında ne yaptığımız mı kaderimizi ortaya çıkarıyor? Gerçi yine her halükarda kaderimiz dönüp dolaşıp bizim elimizde oluyor öyleyse değil mi? İşte sürekli böyle sorularla meşgul kafam şu günlerde. 

Ekim ayında gerçekleşen ay tutulması, sonra Merkür retrosu, sonra güneş tutulması ve ardından güneşte meydana gelen patlamalar derken, birkaç hafta içerisinde peş peşe çok önemli olaylar meydana geldi gökyüzünde. Bu olayların dünya üzerinde yarattığı etkinin özeti ise, “değişim”. Hem bireysel, hem toplumsal anlamda bir değişim. 21 Aralık 2012 döngüsüyle başlayan ve üzerimizdeki etkisi giderek artan ve daha da artacak olan değişim…

Evrenin içinde adeta okyanusun içindeki bir su damlası kadar yer kaplayan bizler nasıl etkileniyoruz evrendeki ani değişimlerden? Bir gezegen normal yönünün aksinde hareket etmeye başlıyor ve hepimizin dengesi şaşıyor. Okyanus kabardığı vakit, nasıl ki her su damlası dalgaların içinde gel-git hareketiyle sarsılıyorsa, bizler de aynı şekilde sarsılıyoruz. Karakterimize ve bu hayat yolunda gelişimimiz için gerekli olan deneyimlere göre sarsılma şeklimiz değişiyor sadece.
Evrenin yarattığı enerjiler “değişim” diye bağırırken biz insanlar üzerindeki en kaçınılmaz belirtiler hastalıklar, aşırı yorgunluk, gerginlik, baş ve eklem ağrıları, mide bulantısı, baş dönmesi, tansiyon yükselmeleri olur genellikle. Sanırım ben biraz fazla haşır neşir olup yakından takip ettiğim için adeta iki kat yaşıyorum bu belirtileri.
Kafam yataktan kalkmıyor resmen. Biraz güç bulup kalkacak olsam ya başım dönüyor ya da midem bulanıyor.  Bedenim sürekli uyarı halinde. Gece ateşler içinde uyanıyorum birdenbire. Başka bir günse ter içinde uyanıveriyorum. İşin en kötü yanı, hali hazırdaki iş ve yaşam koşullarımın aşırı yoğun olması ve benim yeterince dinlenemiyor olmam. Çünkü biliyorum ki şu süreçte yapılacak en güzel şey bol bol dinlenmek aslında. Fakat dinlenmeme izin vermiyor koşullar. Dinlenemedikçe deliriyorum ve daha çok geriliyorum. Belki de artık bu koşulları değiştirmem gerektiğinin sinyalleri bütün bunlar. Zihnim ben farkında olmadan bu değişime direnç gösterdikçe de bedenim acısını çekiyor. 
Şahsen ben ruhen beni bir adım daha ileriye taşıyacak, ruhsal özgürlüğümü daha iyi bir şekilde deneyimlememi sağlayacak bir sonraki adıma, yani değişime hazırım. Yılların kalıplarını bilinçaltında taşıyan zihnimin de bu değişime hazır olmasını diliyorum bir an evvel. Hazır olsun ki, dönüşüm gerçekleşsin, bedenim de ruhumla birlikte dengeye gelsin.




3 Eylül 2013 Salı

Uçtu Uçtu Kuş Uçtu

Bunca zamandır sürekli o şehir senin bu şehir benim seyahat ediyorum ama şimdiye kadar hiç bir uçuşu kaçırdığım olmamıştı. Son dakikada yakaladığım zamanlar olmuştu ama ilk defa bugün saçmasapan bir trafik yüzünden kaçırdım sonunda. En sinir bozucu tarafı da, gideceğim mesafenin altı üstü Maltepe'den Sabiha Gökçen Havalimanı oluşu. Bu mesafe normalde 15 dakikadır. Malum Anadolu yakasında trafik bile olsa taş çatlasın yarım saatte ya da 40 dakikada giderim diye düşünürsün Maltepe'den Sabiha'ya. Fakat 1.5 saatte gitmek nedir, nasıl bir olağanüstü durumdur anlamış değilim!!!
Sabah 9.20 uçağı için uçuş kartıma varana kadar internetten almışım bir güzel, o yüzden evden rahat rahat çıktım 8'de. Normal şartlarda erken bir saat. Ama o da ne E-5 kilit. Varabildiğim ilk sapak noktası Kartal kavşağı idi, sapayım da otobana gideyim bari dedim. Sapmaz olaydım. Otoban kilit. Saat zaten 9 olmuştu ben otobandayken. Ama bir ümit belki uçak rötar yapar filan diyerek gittim havalimanına. Arabayı verdim valeye bir hışımla. Sonra koştur allah koştur. Kapıyı da mübarek terminalin en ücra köşesine vermişler. Uzun zamandır böyle koşmamıştım. Nefesim kesildi koşmaktan. İki hafta önce ameliyat olduğum yumurtalığımın adeta yerinden oynamaya başladığını hissettim. Kapıya vardığımda zaten derin bir huzura erdim. Kapı kapanmış ve kapı görevlileri bile olay mahalini terketmiş. Tam o sırada diğer kapılardan birinde boardinge yeni başlayan başka bir izmir uçuşu gördüm. Sonra tekrar koşmaya başladım, Pegasus satış ofisi istikametine. Ama yok efendim bilet satışı kapandı artık dediler. Bir sonraki en erken uçuş da öğlen 1.30'ta. Ben yapmışım zaten günübirlik program, neye yarar o saatten sonra gitsem izmir'e. Lanet olsun dedim tıpış tıpış döndüm eve. Bu saat oldu hala sancım var, karnım bir yandan bacaklarım bir yandan ağrıyor. Her şerde bir hayır vardır illaki ama bu İstanbul tarfiğinin hayırlı bir tarafını görmüyorum ben. Sabır törpüsü mü desem ömür törpüsü mü desem ne desem bilemiyorum. Ya sabır diyerek geçiştiriyoruz her günü...

2 Eylül 2013 Pazartesi

Gökçeada'da İki Ayrı Dünya


30 Ağustos'un Cuma gününe denk gelmesini fırsat bilenlerdendik biz de bu yıl. Uzun zamandır memleket ziyaretleri haricinde aile ile bir arada tatil geçirmemiştim, o yüzden hastalıkla uğraşarak geçen bir yaz mevsiminin sonrasında iyileşmeye başlamış olmamı da kutlama bahanesiyle ailecek birkaç günlük bir kaçamak yapalım dedik. Rotamızı da Gökçeada'ya çevirdik.

11 yıl önce yine ailecek gitmiştik Gökçeada'ya. Tabi o zamanlar gittiğimizde şimdikine göre bomboştu ada. Biz ilk gittiğimizde adanın her yerini iyice gezdiğimiz için, bu sefer kısıtlı zamanımızı belli başlı yerlerde geçirme kararı aldık.

Tabiki adaya gitmekteki öncelikli amacımız denize girmekti. O yüzdenin adanın en güzel yerinden denize girmek lazımdı. Daha önceki deneyimimize de dayanarak adanın "Gizliliman" denilen güneyinde ve en batısındaki yerine gittik o yüzden. Burası Türkiye'nin de en batı noktasıymış aynı zamanda.

Gizliliman'a Uğurlu köyü işaretlerini takip ederek ulaşılıyor. Önce Uğurlu'ya gidiyoruz oradan sonra limanı solumuza alarak önümüzdeki tepeyi dar ve virajlı yolundan tırmanıyoruz. Tepeyi tırmanıp aşağıya inmeye başlayınca pırıl pırıl ve çarşaf gibi denizi ile upuzun bir sahil bizi karşılıyor. İşte bu sahilde denizin keyfini çıkarmak için onca yol gidiliyor. Ama denize ayağınızı değdirdiğiniz anda anlıyorsunuz ki o yolculuğa değiyor.

Önceki gidişimizde de yine burada girmiştik denize. Bakir bir koy olduğu için hiçbir tesis yoktu, o yüzden kendi şemsiyemizi götürmüştük. Şimdi ufak bir tesis gibi bir şey var, fakat yine şemsiye-şezlong tarzı şeyler yok. Yine herkes kendi şemsiyesini kendisi götürüyor. Zemin ince bir kum olmadığı gibi büyük taşlar da yok. Minik minik yapışmayan taşlar var. O yüzden havlunuzu serip rahatça uzanabiliyorsunuz. Genelde rüzgar da olduğu için güneşin altında da rahatça durabiliyorsunuz. Kum olmaması o açıdan da iyi oluyor. Yoksa o rüzgarda uçuşan kumların içinde ne oturabilir ne de yatabilir insan.

Biraz sıcaklamaya başlayınca atıyorsunuz hemen kendinizi önünüzdeki denize. Ama ne deniz....Bozcaada'daki gibi girdiğinizde kafanızı donduran bir soğukluk yok buranın denizinde. Tam ideal sıcaklıkta. Zaten denize girdikten birkaç metre sonra derinleşiyor. Gözlüksüz girmemenizi tavsiye ederim. Zira sizinle birlikte yüzen balık kümelerini izlemek de ayrı bir keyif. Ameliyat nedeni ile ara verdiğim yüzme aktivitesinin acısını  iyice çıkardım ben bu deniz sayesinde. Biraz yoruldum haliyle. Ama değdi. Kendimi şimdi daha da bir yeniden doğmuş gibi hissediyorum. 

Deniz mükemmel, sıcaklık mükemmel, kum mükemmel, rüzgar mükemmel derken dikkatimi çeken bir ayrıntıyı paylaşmadan edemicem. Biz bu koyu yıllar önce keşfettiğimizde, bize en yakın oturan grup ile aramızdaki mesafe abartmıyorum en az 300 - 400 metre gibi birşeydi. Çok sakin olduğu için haliyle kapalı teyzeler filan rahatça denize girebilmek için buraya geliyordu. Hatta biz de annemi ilk defa burada denize girmesi için ikna edebilmiştik. Şimdilerde tabiki sahil daha kalabalık. Size en yakın oturan grup ile aranızda 5-10 metre vardır en fazla. Grupların çoğunluğunu şöyle bir izlediğimizde biz kendimizi farklı bir ülkede gibi hissettik doğrusunu söylemek gerekirse. Sanki Kuzey Afrika'da bir ülkeye tatile gitmiş bir turist gibi hissettik. Böyle hissetmemizin bir sebebi vardı tabiki. Denize giren kadınların neredeyse %70'inden fazlası haşema giyiyordu. Yıllar önce gittiğimizde haşema denen şey henüz çıkmamıştı sanırım. Bikini giymek istemeyen ablalar, teyzeler, uygun bir kıyafetle giriyorlardı denize ve keyfini çıkarıyorlardı. Ama malum, tesettür akımı ile birlikte haşema akımı da beraberinde geldi ve geçen yıllar içerisinde bu sahil bu akımın öncülerinin buluşma noktası olmuş adeta. Tabi sadece haşema değil dikkat çeken. Grupların bütünü ve yaşayış tarzı dikkat çekiyor. Bizler güneşten korunmak için birer şemsiye ile idare ederken, bu gruplar, büyük çarşaflarla kendilerine çadır gibi saklanma alanları yapıyorlar ve ailecek bu çadırların içerisinde saklanıyorlar. Neyden, kimden, neden saklanıyorlar sorularının cevapları benim anlayabileceğim şeyler değil açıkçası. Hacı olan annem ve babam bile bu soruların cevaplarını anlayabilmiş değil ayrıca. Böyle mutlu ve rahat hissediyorlarsa böyle yaşasınlar, ben bundan hiç rahatsız olmam. Fakat arada şu düşünce aklıma geliyor. Demek ki bu grupların başındaki adamlar, bikinili kadın görünce  aklını yitiriyor ki hem kendileri hem kadınları köşe bucak saklanıyor. Madem öyle, neden bu adamlar gözlerini bağlamıyor? Böylesi daha kolay olurdu sanırım, onca kadını sarıp sarmalayıp saklamaktansa...

Benim hayatıma kimse müdahale etmediği sürece hiçkimsenin hayatından rahatsız olmadığım ve asla müdahale etme isteği bile duymadığım için ben burada da huzur içinde denizin keyfini çıkardım, şükürler olsun. İyileşiyor olmama şükrettim denizin sonsuzluğuna kucak açarak. Saatlerce yüzdüm, kulaç attım, yoruldum, arada denizin ortasında uzandım dinlendim, sonra yine yüzdüm, balıkların güzelliğini izledim ve defalarca şükrettim bunu yapabildiğim için. Hala da şükrediyorum...

Gelelim konaklama kısmına. 
Gökçeada malum çok büyük bir ada. Genel olarak da dağınık bir ada. Belli başlı köyler adanın farklı bölgelerine yerleşmiş. Genelde de köyler denizden uzak aslında. Denize yakın olan köylerden biri Uğurlu köyü. Hatta burada ucuz pansiyon ve apartlar mevcut. "Onlar" ve "Bizler" ayrımını deniz kenarında gördükten sonra bu köyde iyice hissedebiliyorsunuz. Ayrımcılık yapmak değil niyetim. Ama bu köy tanım yapmam gerekirse "İslami" bir köy. Şöyle bir beş dakika dolaşmanız yeterli bunu anlamak için. Eğer siz de bu tarz bir tatilden hoşlanıyorsanız burada kalmanızı öneririm. Fakat benim ve ailemin tatil anlayışı biraz daha farklı. Dedim ya, annem babam hacı olmalarına rağmen farklı bir dünya gibi orası bizim için. Biz bu yüzden adanın diğer ucunu tercih ettik. Kaleköy adındaki diğer sahil köyünde konakladık. Burası Uğurlu'nun aksine cıvıl cıvıl bir yer. Ufak bir sahil kasabası aslında ama İstanbul'lular epeyce bir doldurmuştu tatili fırsat bilip. Konaklayabileceğiniz butik otel, apart, pansiyon tarzı birçok yer mevcut Kaleköy'de. Biz bu yıl hizmete açılan Gökçeada Bağ Evleri nde bir ev kiraladık. Beş kişi çok rahat ettik evimizde. Evin sahibesi Şefika Hanım sağolsun misafirperverliğiyle çok memnun etti bizi. Bir daha gidersem yine gidip kalabileceğim bir yer, o yüzden gönül rahatlığı ile tavsiye edebilirim. 

Evde kaldığımız için kahvaltımızı kendimiz hazırladık. Kaldığımız evin bahçesindeki domateslerden ve biberlerden toplayıp yedik kahvaltıda. Akşamları ise yemek yiyebileceğiniz birçok restoran var köyün sahilinde. Arada gitar çalıp şarkı söyleyen gençlerin sesini de duyunca kıpır kıpır oluyor insanın içi, işte o zaman farklı bir dünyada olduğunu anlıyor.

Bu arada Kaleköy'ün denizi içinde bulunan liman ve alanın kısıtlı oluşu yüzünden yüzmeye elverişli değil. Zaten denize girilecek yeri yok. Orduevinin önünde plaj varmış sanırım eskiden, ama o bölgeye akan pislik yüzünden plaj kapanmış. Fakat köye yakın Yıldız Koyu diye bir plaj var. Yürüyerek 15-20 dakikada gidilebiliyor. Yürümem derseniz araba ile de gidebilirsiniz. Burası oldukça ufak bir sahil. Oturup bir şeyler içebileceğiniz bir iki tesis var. Bir de kırık şezlongları kiralamaya çalışan bir çocuk var :) Buranın denizi de fena değil, ama yüzdükçe ve denizin dibine baktıkça daha bir marmara denizi'ndeymişsiniz gibi bir hissiyat veriyor. Zaten Gizli Liman'ın denizinin tadını aldıktan sonra adanın başka bir yerinde denize girmek istemiyorsunuz. Her ne kadar uzak ve farklı bir dünya olsa da...

27 Ağustos 2013 Salı

Kadın Olmak Ne Zormuş Arkadaş!

Oooof Offf!! 

Farkettim de hiç of çekmemişim şimdiye kadar, yazdığım hiçbir mecrada. Halbuki ne güzel bir rahatlama enerjisi vardır her of çekmede. Adeta içindeki sıkıntılar çıkar gider dışarı. Of sesi oh sesine dönüşür bir sonraki aşamada.

Başlıktan yola çıkıp da şikayetçi olduğum sanılmasın. Şikayetçi değilim, bilakis, kadın olmayı çook seviyorum. Hatta bu dünyadaki sınavlarımın başında kadınlık kavramının geldiğini düşünüyorum. Böyle düşünmemde babaannemin adının İsmet, anneannemin adının Zeynep olmasının da bir etkisi var mıdır acaba? Saçmalık değil bence, elbette ki vardır!

Bu dünyadaki hiçbir şey tesadüf değil. Hayatımıza girip çıkan insanlar, akrabalar, anne, baba, eş, dost, kardeş, anneanne, babaanne, teyze, hala, amca, dayı...hiçbiri tesadüf değil. Hayatımıza giren herkesin, bir süre de olsa belli bir iletişim içinde bulunduğumuz herkesin aslında bu dünyaya gelme sebebimiz olan bazı dersleri almamızda belirli görevleri ya da rolleri var. Birileri geliyor gidiyor sonra diğerleri geliyor. Örneğin bir konuda bir dersi almamız gerekiyor ve buna yönelik bir insan giriyorsa hayatımıza, dersimizi almadığımız takdirde bir sonraki sefere yine o insan benzeri başka bir insan çıkıyor karşımıza. İşte o yüzden bazen ağlanıyoruz ya "ya beni de hep böyle insanlar mı bulur kardeşiiimmm!"

Seni onlar bulmuyor halbuki, sen öğrenmen gereken dersi almayıp değişime karşı direniyorsun aslında. Dolayısıyla hayat da karşına benzer sınavları çıkarıyor. Zaten hayat kademe kademe soruları değişen bir sınav değil mi ki?

Babaannesi İsmet, anneannesi Zeynep bir kadın olarak sanki hep bir tarafım erkek, bir tarafım kadın oldum hayatım boyunca. Babaannem hem görünüş hem karakter olarak(zaten isimden de belli) tam bir erkekti(Nurlar içinde yatsın). Anneannem ise tam bir prenses (Allah'ım ona daha nice yıllar ömür versin). Zaten Zeynep ismindeki kadınlar genellikle kadınlık enerjisi yüksek kadınlar olurlar.Velhasıl bu kadınlar benim bu dünyadaki gelişimimin rol modelleri oldular. Benim görevimse, ikisi arasında kalmış olan enerjiyi dengelemek oldu. Tabi ben bunları onca yollardan geçtikten sonraki bakış açımla bu şekilde yorumlayabiliyorum. Yoksa gençlik yıllarında birçok şey zaten otomatik olarak siz farkında olmadan gelişiyor. 

Kadınlıkla ilgili sınavlarımı geçip dengeyi bulma yolunda ne çok yollardan geçtim bakıyorum da. Sosyal baskıların bilinçaltında yarattığı kalıplar, hayatıma girip çıkan insanlar ve en önemlisi hastalıklar. Tevekkeli değil daha 14 yaşındayken araştırma hastanesinin "kadın hastalıkları" servisinde tutuldum, hem de bir hafta! Daha küçücükken, kadın hastalıkları da ne ola ki!!! Henüz vajinamı bile tanımıyordum! 

Dedim ya, hiçbir şey tesadüf değil. Puzzle'ın parçaları bir araya gelmeye başladıkça canlandırıyor insan büyük resmi kafasında. Şimdi ben de o yüzden birçok şeyin farkına varabiliyorum, daha açık bir gözle.

Son yıllarda içinde bulunduğum ruhsal çalışmalarla birlikte adım adım daha da aydınlatmaya çalışıyorum kendimi. Adım adım arınıyorum, bana hizmet etmeyen duygulardan, enerjilerden. Böylece dengemi buluyorum. Eminim ki daha çok yolum var, ömrüm ne kadarsa o yol da o kadar elbet. Ama bir yandan  katettiğim de bir yol var çok şükür.

Arınıyorum dedim. Hem de çok. Her arınma birtakım sınavlarla birlikte geliyor. Ya da beraberinde geliyor. Özellikle son bir yıldır etrafımızdaki enerjiler inanılmaz hızlı bir arınma içerisine soktu, aslında hepimizi. Ben de bu enerjiden nasibimi aldım haliyle.

Taksim'de ayaklanan gezi hareketi ile birlikte ben de ayaklandım yazın başında. Duygularım da ayaklandı. öyle bir ışık vardı ki etrafta, o ışıkta olmayı istememek ne mümkün! Attım kendimi o ışığın içine. Nasıl bir duygu yoğunluğu vardı o ışığın içinde! Tatmayan, yaşamayan bilmez! Ben o süreçte kişisel anlamda da birçok deneyim yaşadım. Derin bir arınma yaşadığımı hissettim ruhsal anlamda. Bir yerlerde saklanıp kalmış olan nefret, kin, intikam benzeri duygular birdenbire yüzeye çıktı ve hepsini el sallayarak gönderdim. Kendimi sevginin ve barışın kollarına açtım.

Meğersem o nefretler, kinler kadınlığımı da bloke ediyormuş ya arkadaş! Nasıl bir güçlü arınmaysa o öyle, hemen akabinde şiddetli karın ağrıları vücudumu esir aldı. Üst üste çok fazla uçak yolculuğu yaptığım için ona yordum ilk başta. Ama ne mümkün, bir gün, iki gün, üç gün, beş gün derken geçmedi ağrılar! Daha da şiddetlendi hatta. Sonra kasıklarıma doğru sabit bir ağrı oturdu ve kaldı orada. Ayağımı yere basamaz oldum. Her zamanki gibi bu süreçte yalnızdım, ailem şehir dışındaydı. Ama zaten sınavlarımdan biri de bu olduğu için hiç garipsemedim. Ne zaman başıma bir şey gelse ya da ne bileyim biraz daha ihtiyaç hali gibi bir durumda olsam, genelde etrafımdaki insanlar kaybolur. Dediğim gibi, bu benim deneyimim zaten, o yüzden bunu ben sevgiyle kabul ediyorum. Hatta artık o kadar alıştım ki buna, aksini düşünmek çok tuhaf geliyor. Sanırım o yüzden ameliyatımı bile sessiz sedasız oldum.

Sancılar baktım dinmiyor, doktor yolu göründü. Karnım ağrıdığı için gastroloğa gittim. Doktor ilk başta çok rahattı, bişey yoktur gibisinden. Bi ultrason yapalım en azından dedi. Sonra yaptıkları ultrasonda yumurtalığımda görünen tarif edemedikleri bir cisim çıktı. Bunun üzerine doktor paniklemez mi! hemen kolonoskopi, endoskopi, kanser testi ve jinekolog muayenesi istedi. Olayın yumurtalıkta olduğunu anladığım için gastrologla bir işim kalmadığını o anda farketmiştim ben. Ama malum özel hastane, o panikle onlar her şeyi isteyecek. Doktora teşekkür ettim ve kendi jinekoloğumla konuyu görüşeceğimi söyledim ve tuttum kendi doktorumun yolunu. Sağolsun o rahatlattı içimi. Ama sancılar geçmedi. Geçer dedi geçmedi. Ne ultrasonda ne tomografide tam olarak ne olduğu belli olmadı. Öylece bir kitle duruyordu orda. Ağrılara daha fazla dayanamayacağım için hemen ameliyat etti beni doktorum. Sağolsun çok da rahat geçti operasyon ve sonrası. Operasyon sırasında ailem yanımdaydı, birkaç da arkadaşın haberi vardı. Ama tesadüf ki  operasyon sonrasında etrafımdaki herkes ya hasta oldu, ya depresyona girdi, ya zaten unutmuştu falan filan. Yani herkes benden daha hastaydı. Hatta annem başı çekiyordu hastalar arasında :) Ama dedim ya, deneyim işte, sınavın parçası bu zaten, o yüzden hiç şaşırmadım hatta güldüm. Şükürler olsun ki en aciz halimde bile mutluyum ve kimseye muhtaç değilim diye binlerce kere şükrettim.

Meğerse içimdeki o cisim çikolata kisti diye bilinen endometriyozis miş. Yumurtalığın derin bir köşesine yapışmış kalmış belli etmemiş kendini. Ondanmış zaten o kadar çok sancı vermesi. Doktorumun dediğine göre ağrıya çok dayanıklıymışım (ki öyleyimdir zaten ayıptır söylemesi), bulunduğu yer itibarı ile dayanılmaz bir ağrı yapması lazımmış, çok zormuş o ağrıyla yaşamak. E ben de bir-iki hafta yaşayabildim epi topu zaten sonra tıpış tıpış ameliyat :)

Ameliyattan sonraki birkaç gün haliyle zor oluyor fakat benim için gayet rahattı çünkü ameliyat öncesi olan şiddetli zonklamalardan eser kalmamıştı. Yine de narkoz şu bu derken sarsılıyor insan tabi. Ama iyileşmeye başladığını hissettiğin an var ya, işte o an hiçbir şeye değişilmez. Çocuk gibi seviniyor insan. İşte o an yine bir arınma yaşadığımı ve yenilendiğimi hissettim. Yeni doğan bir çocuk gibi...

Patoloji sonucunun temiz çıkması ve doktorumun normal hayatıma devam edebileceğimi söylemesiyle, bugün o yenilenme hissinin verdiği sevinç ikiye katlandı. Defalarca şükrettim hala da şükrediyorum sağlıklı olduğum için. Bundan daha büyük bir zenginlik olamaz.

Türkiye gibi bir ülkede, tabularla, bilinçaltına işlenen sayısız hurafelerle, toplum baskısıyla, erkek baskısıyla büyüyen kadınlar olarak hiçbir kadının jinekolojik anlamda problemsiz olmasına imkan yok diye düşünüyorum. İşte bu yüzden kadın olmak zor. Çünkü birçok hastalık bilinçaltındaki kalıpların tepkimesiyle ortaya çıkıyor. Bir yandan da toplum tam manasıyla kadın olmana izin vermiyor. Bunun farkında olup, her daim kadınlığımızdan gurur duyup, herkes karşı dursa da kadınlığımızı evvela kendimiz yüceltip öncelikle zihnimizdeki "kadınlık" ile ilgili hurafeleri temizlemeliyiz. Ve en önemlisi "jinekolog" fobisini yenip düzenli kontrollerimizi yaptırmalıyız. 

Sağlıklı günler dileğiyle...

22 Haziran 2013 Cumartesi

EY ÖZGÜRLÜK!

Özellikle geçtiğimiz yılın sonlarından itibaren, bu yeni yılla birlikte bizi birçok değişimin beklediğinden bahsetmiştim. Dünya farklı bir frekansa yerleşirken, "altın çağ" dediğimiz bu süreçle birlikte dünya içinde yaşayan bizler ya bu değişme ayak uyduracaktık ya da değişimin kendisi olacaktık. Güzel ülkem Türkiye'de 31 Mayıs 2013 itibarı ile işte bu değişimin bizzat şahitleri olduk.

Özgürlüklerini korumak için sokağa dökülen halk, bu değişimin ta kendisi ve öncüsü olmayı seçti.İşte bu, artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağının işareti oldu. Sadece ülkemiz için değil, tüm dünya için geçerli bu. Artık hiçbir şey eski sistemde yürütüldüğü gibi yürüyemeyecek. İşte önümüzdeki 20 yıl boyunca dünya bu yeni enerji frekansına, yeni sisteme adapte olmaya çalışacak. Bizler de yeni liderlerimizi, yeni yönetim biçimlerimizi belirleyeceğiz bu adapte olma sürecinde.

Eskiden devlet büyükleri bir karar aldıklarında, bir yasa yürürlüğe soktuklarında kimsenin sesi çıkmazdı. Zira insanların yaşamları üzerinde hakim olan en önemli duygu "korku"' idi. Bugünkü yönetimler, hala bu eski sistemin bir parçası, yani korkutarak yönetmeye dayalı bir sistemler bütünü. Ama insanlar artık aynı insanlar değil. İnsanlar değişiyor. 10 yıl önce çocuk dediklerimiz şimdi büyüdüler ve birey oldular. Ve bu çocuklar çok farklı şekilde yetiştiler. Daha bebekken bile farklıydılar. Daha kural tanımaz, daha özgürlük yanlısıydı bu çocuklar. Daha korkusuzlardı. Şimdi büyüdüler ve korkusuzluklarını sokakta gösterdiler. Onları destekleyen ve artık korku ile yönetilmekten bıkan halk da onlarla birlikte kendini sokağa attı. 

Velhasıl, halk özgürlüğüne sahip çıktı. Ama bundan sadece bu halkın özgürlüğü kısıtlanıyordu da o yüzden kendini sokağa attı gibi bir mesaj çıkartmak da doğru değil. Tabi bu da mesajın bir parçası, ama en önemlisi bu halk, özgürlüğün önündeki en büyük engel olan "korku" yu attı üzerinden. Bence en önemli mesaj buydu. Korkusuz bir şekilde yetişmiş gençlerin öncülüğünde korkusuz bir halk var artık. Özgürlüğün bu dünyadaki en büyük nimet olduğunun farkında bu halk. Ve buna sahip çıktı. Sahip çıkmaya da devam edecek, bundan eminim.

Peki ya sokağa çıkmayan ya da sokağa çıkanların karşısında duran halk? 
Dünya'da hepimiz seçimlerimizle yaşıyoruz. Herkes her istediğini seçmekte özgür. Kimi mutluluğu seçer, kimi mutsuzluğu seçer. Kimi huysuzluğu, kimi güzel huyluluğu seçer mesela. Kimi cesareti, kimisi de korkuyu seçer.  Kimi iyi olmayı, kimi kötü ve fesat olmayı seçer. Kimi neşeyi, kimi somurtkanlığı seçer. Kimi aydınlığı, kimi karanlığı seçer. Kimi sevgiyi, kimi nefreti seçer. Sevgiyi seçtimi insan bir kere, zaten o insan artık aydınlığı da, iyiliği de, neşeyi de seçmiş demektir. Nasıl ki nefreti seçiyorsa, karanlığı ve mutsuzluğu seçmiş demektir.

Nasıl ki bizler bunca yıldır korkunun ve nefretin himayesi altında yaşamayı seçmiş idiysek, bunu seçmeye devam edenler de olacak tabi ki. Nasıl ki bizler herşeyin daima varolan koşullara göre değişmesi gerektiğini düşünürken, tam tersine eskide kalmak isteyenler de olacaktır. İşte buradaki kritik nokta, iki tarafın da birbirine sonsuz saygı duyması ve birlikte huzur içinde yaşayabilmek.

Hepimiz aynı bütünün birer parçasıyken, ayrılığa, gayrılığa, kavgaya, dövüşe hiç gerek yok şüphesiz. Ben sürekli seyahat eden ve dünya'nın dört bir yanından çeşitli insanlarla iletişim halinde olan biri olarak şunu söyleyebilirim ki, Türkiye'de her zaman en çok sevdiğim ve bir parçası olmaktan gurur duyduğum şey, çok çeşitli yüzlere sahip olması ve bu yüzlerin yıllardır birlikte yaşaması... Birçok ülkeye baktığınızda adetler, gelenekler, alışkanlıklar, yaşam tarzları, hepsinin o ülkede tek tip olduğunu görürsünüz. Fakat Türkiye'de bu bambaşka. Batısında başka bir hayat, başka bir kültür, doğusunda başka, güneyinde, kuzeyinde bambaşka. İşte ben bu farklılıkların bir arada olmasından ve bunun bir parçası olmaktan çok keyif alıyorum. 

Herkesin tek tip olduğu bir dünya ne kadar sıkıcı olurdu bir düşünsenize. Çoğu zaman konuşacak tartışacak bir şey bile bulamazdık. Ve büyük ihtimalle özgür de olamazdık aslında. Beynimize aşılanan tek tipin dışına çıkmaya korkardık. İşte bu yüzden dilerim ki hepimiz farklılıklarımızın kıymetini iyi biliriz. Karşımızdakini farklı olduğu için yadırgamak yerine, aslında bu farklılıkların bizleri özgür kıldığını, bizi biz yaptığınız unutmayız.

Özgürlükten bahsedip de Zülfü Livaneli'yi hatırlamamak olmaz. Özgürlüğümüzün peşine düştüğümüz bu günlerde dilimden düşmüyor yine şarkısı, Ey Özgürlük!



 Özgürlüğümüzün daim olmasını ve keyifli bir haftasonu geçirmenizi dilerim!

Sevgiler...