16 Aralık 2012 Pazar

Altın Çağ

Enerjilerin çok yoğun olduğu zorlu bir dönemden geçiyoruz. 

2012'nin başından itibaren etrafımızı hızla saran bu enerjiler son birkaç aydır şiddetini iyice artırmıştı zaten. Afetler, depremler, isyanlar, savaşlar, saldırılar... gitgide nasıl da karıştı dünya.

21 Aralık'ta mucizevi bir güç gelip bütün bu kaosun birdenbire değişmesini sağlamayacak elbet. Fakat tüm bu dünya düzeninin değişiminin yavaş yavaş gerçekleşmeye başlayacağı günden önceki son gün olacak o gün. Bu değişim uzun bir periyot içerisinde gerçekleşecek tabi ki ve bu dönemin adı bazı kaynaklarda Altın Çağ olarak anılacak.

Yani 21 Aralık'ta kıyamet filan kopmayacak. Birdenbire hayatımızda keskin bir değişim de olmayacak. Fakat o değişimin temelleri çoktan atıldı. Hızla da yapılanmaya devam ediyor ve devam edecek. Dünya eski dünya düzeni diyebileceğimiz frekansından çıkıp bambaşka bir düzene doğru ilerlemeye başlayacak. Bir nevi yeniden doğacak.

Hepimiz bir bütünün parçaları olduğumuzdan, dünya yeni frekansına, yeni düzenine uyumlanmaya çalışırken, bizler de bireysel olarak çok büyük değişimler yaşıyoruz. Bazılarımız bu değişime farkında olmadan direnç gösterirken bedenler ağır hastalıklar deneyimlemek zorunda kalıyor. Bazılarımız ise bu değişime uyumlanamayıp aramızdan hızla ayrılıyor.

Anne karnında bir bebeğin temel gelişimini tamamlayıp doğması gibi dünyamız da yeni düzenine doğacak ve uzun yıllar boyunca bu düzene uyarlanacağız hep birlikte.

Artık anne karnındaki bebek doğum kanalına doğru hızla ilerlercesine bizler de dünyanın yeniden doğuşu yaklaşırken aynı şiddette basınca maruz kalıyoruz aslında. Tansiyon yükselmeleri, baş ağrıları, aşırı yorgunluk bu basıncın genel birtakım belirtileri. Bu süreci hem rahat hem de değişimimize yönelik verimli bir şekilde geçirmek için bol bol su içmek ve suyla temas halinde olmak, doğanın içinde olmak, meditasyon yapmak faydalı olacaktır. 

Her ne kadar birdenbire mucizevi bir değişim olmayacaksa da ben Altın Çağımızın dünyamıza hızlı bir şekilde güzellikler, barış ve huzur getirmesini diliyorum. 21 Aralık'ı beklemeye gerek yok. Şimdiden hep birlikte buna niyet edelim, dua edelim. ve öyle olsun. Sevgiler...


25 Kasım 2012 Pazar

Pazar Konseri

Her hafta Pazar günü gelip de evde olduğumda aklıma gelir... Pazar Konseri ve (Rahmetli)Hikmet Şimşek.

Çocukluğum gelir sonra aklıma. Tabi yine çocukluğumun Pazar günlerindeki diğer yayınlar, Voltran, Alf, Cosby Ailesi, Bizimkiler...

Ama ilk gelen aklıma hep pazar konseri olur. Sabah saatlerinde yayınlanırdı belki ondan. Belki de adının Pazar ile başlamasından. Belki de müziğe olan tutkumdan...


O zamanlar her ne kadar müzikten pek anlamasam da severdim Pazar konserlerini. Yaşıtlarımla kıyaslayınca böyle bir programı o yaşlarda sevmem oldukça anormal olsa gerek. Zaten hayatımın hiçbir evresinde normal olmadım ki ben. Ta o zamanlardan belliymiş ruhumun "yaşlı" bir ruh olduğu...

Bu konserleri izlerken, enstrüman çalan kadınlara özellikle dikkat ederdim. Bir yanda parmaklarını kemanın klavyesi üzerinde gezdirişleri, bir yanda yayı tellerin üzerinde ahenkle dans ettirmeleri, bir yandan harcadıkları eforun yüzlerine, mimiklerine yansıması...nasıl hayran kalırdım, daha o yaşta... Evdekilere derdim "beni de konservatuara gönderin noolur" diye. Fakat onların o zamanki zihniyetleri "konservatuar okuyup serseri mi olcan" dı. 


Konservatuar okuyamadım. Zaten sonra unuttum gitti. Derken Türk müziğine ilgim başladı. Bunda ailemin çevresinde Türk müziğiyle ilgilenenlerin etkisi büyüktü tabi. Pazar konserlerinde keman çalan ablalar bende öyle bir hırsa neden olmuş ki meğer, ud gibi zor bir aleti 6 ay içinde şakır şakır çalıp notaları da şakır şakır okumaya başlamıştım. Sonra da çok güzel şarkılar söylemeye başladım. Okuldu, üniversiteydi, iş güçtü dertleri gelene kadar da müziği hiç bırakmadım. Fakat gün geldi bir bıraktım, bir daha da hiç kavuşamadık. Sonra da gel zaman git zaman, işlemeyen demir pas tuttu....

Velhasıl, her pazar aynı sahneler gözümün önünden geçer durur. Konserler, korolar, söylenen şarkılar...hala imrenirim her konser izlediğimde. 

Her konser izlediğimde, sahnede hayal ediyorum kendimi. Çoğunlukla elimde mikrofon. Ne yalan söyliyim, konser veren insanları kıskanmıyorum da değil. Ben de hayal ediyorum o an, en sevdiğim şarkıları, arkamda büyük bir orkestra ile yüzlerce kişi önünde söylediğimi. Herkes alkış tutuyor. Bense dalmış alemlere geziniyorum...


19 Kasım 2012 Pazartesi

ATA'M

Ah be Ata'm...

Sen bütün hayatını bu gökdeniz, bu dağlar taşlar başka hiçbir yerde yok diye bu memlekete adadın. Bu memleketse nerelere geldi şimdi...

Ben ve benim gibi bazıları var hala sana minnettar olan, dualar eden. 

Benim seni dualarımdan eksik ettiğim tek bir gün bile yok. Ruhun her daim huzur içinde ışık içinde olsun diye dualarım. Bir kadın olarak sana öyle minnetarım ki, dünyanın dört bir yanına gidip ülkemi temsil ettiğim her vakit seni anıyorum ve şükrediyorum bu imkanlara sahip olabildiğim için.

Sen bu ülkenin öküzlerinin bir nebze de olsa adam olabilecekleri bir yolda yürümelerine vesile oldun, o yolu açtın. Fakat o öküzler adam olmadı Ata'm. Okumuşu, okumamışı, dindarı, dinsizi, cümleten pek bir meraklı öküz olmaya şu günlerde. Dört bir yanımız öküzlerle çevrili anlayacağın...

Benim gibi bazıları daha seni çok özlüyor olsa gerek ki, bu yıl daha çok insan anıyor, arıyor seni Ata'm. Cumhuriyet Bayramı'nda yüzbinlerce insan sokaklardaydı, ellerinde bayraklarla marşlar söylerek. Biz de bütün aile sokaktaydık. 10 Kasım'da da binlercesi gibi yanındaydık Ata'm. 

Sen bir daha gelmezsin ama, keşke senin gibi bir tane daha gelse be Ata'm. Şöyle bir çeki düzen verse de kendimize gelsek...


Geleneksel Merkür Geri Gitme Şenlikleri

Merkür gerçekten yine görevini çok iyi yapıyor. Elektronik cihazlardaki aksaklıklar, iş dünyasındaki aksaklıklar, iletişimdeki aksamalar....Her şey gerçekten dört dörtlük. Günlerdir bloguma yazı yazmaya çalışıyorum o bile olmuyor, sürekli hata veriyor alet. Bu sebepten kendisine ithafen bir iki cümle yazayım dedim. Belki sesimi duyar da biraz daha haraketlerine çeki düzen verir.

Bak merkür kardeş, geri gidiyorsun anladık. 26 Kasım'a kadar da proses devam edecek onu da anladık. Ama bizim günahımız ne ki bu kadar geri gidiyoruz senlen beraber her seferinde. Dünyam tersine döndü yeminle ya. Bi rahat ver artık ama ya. Ya da ne bileyim gideceksen de efendi efendi git.

25 Eylül 2012 Salı

IŞIK OLDU NEŞET USTA

Önce hasta dediler, sonra durumu ağır yoğun bakımda dediler, şimdi de öldü diyorlar. Aramızdan ayrıldı diyorlar, büyük usta Neşet Ertaş için...

Hiç ustalar ölür mü?

Güzel insan, büyük usta, Neşet usta...

Bize vereceklerini verdi, o muhteşem insanlığıyla bu dünyada insan olunabileceğini gösterdi, türküleriyle gönüllerimizi, kulaklarımızı yad etti.

Zaten ışık gibiydi üzerimizde parlayan, şimdi tamamen ışık oldu.

Işığın bol olsun usta.



Türküleri her zamanki gibi yaşayacak, gönüllerimizi dağlayacak.

Pisliklerin ele geçirdiği şu boktan dünyada, bize güzel yüreğinden, sazından çıkan o güzelim türkülerini bıraktığın için sana binlerce teşekkür Neşet usta.

Nur içinde yat, huzur içinde uyu...


13 Eylül 2012 Perşembe

Değişim

Ha bu arada...
2012 yılı aslında genel olarak değişim yılı. Kimileri dünyanın sonu olacağını iddia ediyor, kimileri başka bir şey. Dünyanın sonunun filan geleceği yok rahat olun bi kere. 

Fakat dünya artık bulunduğu frekanstan farklı bir frekansa geçiş sürecinde.  Enerjisel  anlamda level atlıyor bir başka deyişle. Dünya bu level'ı atlmaya çalışırken, biz dünya sakinleri olarak da bu ortaya çıkan enerjilerden fazlasıyla etkileniyoruz. Özellikle son birkaç aydır bu enerjiler iyice yoğunlaştı ve yıl sonuna kadar da devam edecek. İnsan bedeni bu olup bitene adapte olmaya çalışırken bazı tepkiler verebiliyor. Aşırı uyku, ağırlık, yorgunluk, ani sinir geçişleri, baş dönmeleri, mide bulantıları vs. gibi...

Sizlere tavsiyem, bol bol su için, bol bol duş alın, suyla temas halinde olun yani. Mümkün olduğu kadar anda olmaya, ayaklarınızın yere basmasına gayret edin. Geçmiş, gelecek bir kenara koyun, ama bir yandan da hayatınızda olmasını istediğiniz ve temizlenmesini istediğiniz şeylere karar verin ve niyet edin. Dediğim gibi enerjiler çok yoğun ve buna bağlı olarak değişim çok hızlı. Bir an düşündüğümüz bir şey çok kısa bir süre içinde hayatımızda karşımıza çıkabilir. O yüzden ne istediğinize, ne istemediğinize, neyi düşündüğünüze dikkat edin. Her an her şey gerçek olabilir :) 

Sevgiler...

İşler Güçler

Blogger yeni formatına geçeli ne kadar zaman oldu hatırlamıyorum. Ama bu yeni format çıktı çıkalı, zaten vakit bulup da bloga giremeyen ben, hepten bloguma giremez oldum. Yok mu bir yolu eski formatta kalmanın? Ciddi ciddi çok zorlanıyorum, alışamıyorum bir türlü.

Zaten bütün teknoloji dünyası beni bu sebepten korkutuyor. Bir şeye tam alışıyorum, sonra hop yeni bir modeli çıkıyor, haydi sil baştan. Bu ne böyle be, salak olduk iyice. O yüzden mümkün mertebe reddediyorum bu hızlı gidişatı ben. Tamam değişim olsun, kesinlikle değişelim, çağ atlayalım, ilerleyelim, eyvallah. Ama biraz aheste aheste, sindire sindire lütfen. Sadece benim sindirimimde sorun varsa orasını bilemem artık. 

Iphone5 çıkmış diye dün ortalık ayağa kalktı. Bugün de herkes bunu konuşuyordu. Anasını satim, ülkede terör adı altında baya baya savaş var ama Iphone5'in yarattığı etki kadar büyük etki yaratmıyor. Bu arada benim Iphone bir yana dursun, daha android sistemli bir telefonum bile yok. Zaten iştir güçtür sebebiyle şirketin verdiği blackberry'yi zar zor kullanıyorum. Kendi telefonum ise Nokia'nın adını dahi hatırlayamadığım ama gayet güzel alo diyebildiğim modelinde, son derece basit bir telefonu. Varsın millet beğenmesin, öyle rahat ediyorum ki ben böyle. Düştü kırıldı çalındı kayboldu derdi de yok. 

İş güç çok yoğun. Ama artık çok bunaldım, yoruldum. Hani böyle her şey değişiyor ya hızlı hızlı, iş güç konseptleri de değişse ne güzel olur. Ya da en azından ben farklı konseptteki işlerle uğraşsam. Ya da hiç bir işle uğraşmasam bir süre, çocuk büyütsem. Ne bileyim işte, değişik bir şeyler olsa, değişse bütün zorunluluklar, özgürleşsek bütün konseptlerden...




7 Temmuz 2012 Cumartesi

Ya Sabır

Bu nasıl bir memlekettir ki her gün korkunç haberlerle dolu olabilir?

Okuma, yazma, yaşama hevesimizin içine ettiler.

İki satır haber okuyorum, delirip kapatıyorum sayfaları.

Çok sinirliyim, çok midem bulanıyor, öyle böyle değil.

İşte bundan sebep, ne okuyorum doğru düzgün, ne de yazıyorum. Ya sabır diyorum.

Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, yok Venüs retrograde'i, yok dolunay, yok şimdi Merkür retrograde'i derken enerji geçişlerinden anam ağladı. Bir haftadır kafamı yataktan kaldıramıyorum a dostlar. Adeta ruhum çekiliyor. Gerçi iyi de oluyor, bu vesile ile haberlerden, bütün olumsuzluklardan uzak kalıyorum biraz. Kimbilir belki de bedenimin uzun süredir çok uyumaya ihtiyacı vardı da onu telafi ediyordur bu vesile ile.

Bir de bu arada hayatımda ilk defa kilo vermek için diet yapıyorum. 
Fazla kilo denen şeyi hiç sevmiyorum. Oldum olası da hep zayıf bir insan oldum o yüzden keyfim yerindeydi. Fakat yaş ilerleyip hareket de nispeten kısıtlanınca kilolar ister istemez artmaya başlıyor vücutta. Erkenden önlem alınmayınca da sonra önüne geçmek zor oluyor. İşte bu sebepten biraz erken önleme çalışmalarına başladım. Bir yandan nefsimi terbiye etmeye çalıştığım için aynı zamanda ruhsal bir arınma da sözkonusu. Yani aslında vücut hem fiziksel olarak hem de ruhsal olarak arınıyor bu vesile ile. Ama tabi sabır ve azim gerekiyor. 

Velhasıl ben bu ara epey bir sabrediyorum. Ama biliyorum ki, sabrın sonu selamet...

5 Mayıs 2012 Cumartesi

Ortadoğu'nun Paris'i: Beyrut

İş icabı gittiğim şehirler arasına Beyrut da eklendi geçtiğimiz haftaki seyahatim sonrasında. Çok yorucu bir iş temposunun içerisinde pek gezip dolaşma imkanım olmasa da ufak tefek izlenimlerimi yazmak istiyorum.

En sevdiğim yazar olan Amin Maalouf'un doğduğu Lübnan şehri Beyrut. İç savaşın başladığı 1975 yılında Amin Maalouf gibi birçok kişi ülkeyi terketmiş. Şimdilerde ise toplam nüfusu 3 milyon olan Lübnan'ın 1.5 milyonluk nüfusu Beyrut'ta yaşıyor. Dünya'nın birçok yerinde şehir "Ortadoğu'nun Paris'i" olarak anlatılıyor. Aynı zamanda da tezatlıkların şehri...
15 yıl süren iç savaş sonrasında yeniden yapılanan bir şehir burası. Ayrıca 2006 yılında İsrail'in bombalamaları üzerine bir yara daha alınca hala hasarlı olan birçok binayı şehirde görmek mümkün. Tabi bu hasarlı binaları görünce ister istemez biraz tedirgin oluyor insan. Biraz da karamsarlık çöküyor sanki üzerine.

Hala hasarlı binalar olmasına rağmen, şehirdeki çoğu bina tamamen yenilenmiş durumda. Özellikle şehir merkezindeki binalar tarihi yapılarını koruyacak biçimde yenilenmeye çalışılmış. 

Tezat olma özelliği sadece Beyrut'a değil, genel olarak Lübnan'a has bir özellik aslında. İç savaş başlayana kadar ülkenin yarısı Hristiyan, yarısı Müslüman iken iç savaştan sonra oran Müslüman'ların nispeten çoğunluk olacağı şekilde değişmiş. Fakat diğer yandan, çoğunluk olarak görülen Müslümanlar da kendi içlerinde Sünni ve Şii olarak çeşitlilik gösteriyor.

Akdeniz şehri olması sebebiyle, insanları genellikle sıcakkanlı. Misafirperverlik bizdeki gibi denebilir. Hatta bazen abartı bile olabilir. Nasıl ki Sultanahmet'te dolaşırken hizmet edicem diye sıkboğaz ederler, burda şehir merkezinde de durum farklı değil. Hizmet etme aşkıyla yanıp tutuşan mekan sahipleri, biraz sıkıntı verebilir:)

İnsanı sıcakkanlı evet. Fakat biraz fazla tezcanlı. Yani öyle böyle değil, çok tezcanlı. Heleki benim gibi ağır aksak bir insanı biraz zorlayabiliyor bu tezcanlılık. Bu tezcanlılıktan olsa gerek, kural denen bir şey kesinlikle yok şehirde. Daha uçağa binerken ve uçaktan inerken bunu farkedebiliyorsunuz. Ben farkettim en azından :) Yani bana battı biraz da diyebilirim :)

Hani uçağa binerken, insanlar bir türlü eşyalarını yerleştiremediği için uzun koridorlar olur ya, hah işte, bu koridorlar Beyrut uçağında çok daha uzun sürüyor. Ayakkabılarını çıkartıp koltukların tepesine çıkan ve elindeki koca çantayı yukardaki küçücük dolaplara yerleştirmeye çalışan kadınlar görmek mümkün. Uçuş bitip, daha uçak yere inmeden kemerlerini çözüp bir telaşla ayağa kalkıp eşyalarını almaya çalışan ve hostesleri "lütfen yerlerinize oturun" diye defalarca bağırmak zorunda bırakan insanları da yine ilk defa Beyrut uçuşunda gördüğümde insanları hakkında az çok fikir sahibi oldum. Özet olarak, beni aşırı strese sokan insan grubu diyebilirim :) Ha iyiliklerine, misafirperverliklerine diyeceğim yok. Ama bu aşırı tezcanlılığa muhtemelen birkaç günden fazla dayanamam ben :)

Gelelim yeme içme mevzuuna. Yemekler gerçekten tam on numara. Et yemez bir insan olmama rağmen benim için bile yiyebilecek çok fazla şey vardı. Mezeler bizdekine çok benziyor. Fakat hepsi daha bir ekşi. Patlıcan salatası mesela onlarda da var ama daha ekşi. Bizdeki patlıcan salatasını tercih ederim. Fakat Humus çok güzel. Bizim yaptığımız humusla pek alakası yok, gerçekten çok güzel. Çeşit çeşit Lübnan yemeğini denememiz için Karam diye bir restorana götürdüler bizi. Downtown'da, sokak arasında bir yer ve hem yemekler hem servis dört dörtlük. Gidecek olanlara tavsiye ederim. Ayrıca restorandan çıktığınızda downtown'da yürüyüş yapabilir, sokak içerisindeki kafelerde oturup nargile içebilirsiniz. Ha bu arada, zeytinleri çok acı. Zeytin konusunda hiç tarafsız olamıcam malesef. Bizim zeytinlerimizden daha güzelini şimdiye kadar hiçbir yerde yemedim. Eğer denk gelir de yersem, özellikle büyük harflerle yazıcam zaten.

Bu arada gece hayatı çok meşhur Beyrut'un. Özellikle iki ülke arasında vize uygulaması da kalktığı için 1.5 saatlik uçuş mesafesindeki bu şehire haftasonu için bile gidip gelmek çok kolay. Hem Atatürk hem de Sabiha Gökçen havalimanından her gün karşılıklı birçok sefer düzenleniyor. Hatta bana sorarsanız sadece kısa bir haftasonu gezisi için gitmek daha mantıklı. Zira 2 günden sonra biraz sıkılabilirsiniz. Küçük bir yer olduğundan sebep heryerini gezip görmek için de 2 gün yeterli olur diye düşünüyorum. Velhasıl gezip görmek, birkaç günlüğüne vakit geçirip farklı bir deneyim yaşamak için güzel ve fiyat olarak da ekonomik bir şehir Beyrut. Ama şunu da aklınızda bulundurun ki, her an her şey olabilir bu yaralı şehirde...


9 Nisan 2012 Pazartesi

Evli ve Çocuklu

Başlıktan sebep, muhtemelen çoğunuzun aklına malum dizi gelecektir. Evli ve çocuklu. Bu diziyi yıllarca severek izledim. Fakat bahsedeceğim konu bunla alakalı değil :)
Gelelim günümüze, başka bir diziye... 
Gülse Birsel'in yeni dizisi "Yalan Dünya" dan bahsediyorum. 
Bir Gülse Birsel hayranı olarak bu diziyi sıkı bir şekilde takip ediyorum ve her izleyişimde keyiften kendimi kaybediyorum. Yapanlar sağolsun, varolsun :)

Bu haftaki bölümün bir kısmında aslında uzun zamandır değinmek istediğim bir konuya da parmak atmıştı Gülse Birsel. Konu ruh hastası anne babalar. Ya da psikopat anne babalar diyelim. Ya da 30 yaşından sonra bir çocuk dünyaya getirip, bunun mucizevi bir şey olduğunu ancak o zaman idrak eden fakat bu geç idrak etme sonrasında aklını yitirip abuk sabuk bir hale gelen anne babalar diyelim.

Dizinin bir kısmında Gülse Birsel kardeşinin sattığı bibloların peşine düşüyor ve en kıymetli parçanın bir yönetmenin evinde olduğunu öğreniyor. Sonra bu yönetmenle görüşme fasılları başlıyor. Fakat adamın iki lafından biri "ama Tuğba'yı görmelisin, yok böyle bir şey". Velhasıl bir şekilde adamın evine gidiyor Gülse Birsel kardeşi ile birlikte. Tabi evde bebek var ya, o yüzden bir hijyen kontrolünden geçiriliyorlar önce. 

O kadar güzel dalga geçmiş ki bu seramoniyle, bayıldım. Galoş ve bone takmalarına koptum zaten. Sonra tekrar bebeği övmeler, hijyenik itici hareketler. Sonrasında Bora'nın kendini tutamayıp çocuğun gayet normal bir çocuk olduğunu söylemesiyle işler sarpasarıyor zaten...

Neyse efendim, diziyi izlersiniz bir şekilde. Orada tabiki özellikle dalga geçmek için abartılarak anlatılmış, fakat bu karakterlerin gerçekleri hayatımızın içinde, yanı başımızda dolanıyorlar. 

Çocukları çok seviyorum, gerçekten çok seviyorum bak abartmıyorum. Ve bir çocuk dünyaya getirmenin ne kadar olağanüstü bir duygu olduğunu tahmin etmeye çalışıyorum, bunu hissetmeye çalışıyorum. Fakat bir yandan objektif olarak baktığımda, sanki yeni nesilin bu durumu kullanarak bokunu çıkardığını  düşünüyorum. 

Zaten hayat koşulları sebebiyle topu topu 1 tane çocuk yapıyor insanlar ya da en fazla iki tane. Ama o bir tane çocuğa ne yapacaklarını şaşırmış durumdalar. Çocuk doğduğu anda zaten kendilerini bütün dünyadan soyutlayıp hijyenik fanuslarının içine kapatıyorlar. Ha bir süre sonra da şikayet etmeye başlıyorlar yalnızlıktan. Fakat bilmiyorlar ki kimse onların piskopat kurallarına, triplerine tahammül etmek zorunda değil, değerli vakitlerini böyle saçmasapan piskopatlıklarla harcamak zorunda değil. Tabi yalnız kaldıkça daha da piskopatlaşıyorlar. Aman çocuğa bunu giydirmeyelim, aman buraya götürmeyelim, aman bununla yıkamayalım, aman insanlara elletmeyelim, koklatmayalım, hede hödö hödö derken insanı kendilerinden de çocuklarından da soğutuyorlar yeminle.

Bizim ailede çirkin bir çocuk doğdu mu gayet rahat bir şekilde söylenirdi çocuğun çirkin olduğu. Hatta teyzemin ilk çocuğu doğdunda şöyle dediğini hatırlıyorum "ah yavrum senin kaderin de bu dünyaya çirkin gelmekmiş napalım". Çocuk çirkin diye sevmeyecek halimiz yok heralde, bağrımıza basıyoruz orası ayrı mevzu. Ama gidip de çocuğa dünya güzeli muamelesi yapmanın da alemi yok.

Fakat şimdiki zamane anne babalarının bırakın böyle bir şey söylemesini, çevreden kazara duysalar buna bile tahammülleri yok.

Bir kısım arkadaşlarım güzelim hatunlar, gittiler muşmula suratlı adamlarla evlendiler, sonrasında da yok sezeryandı şuydu buydu derken tabi erken doğum sebebiylen 2'şer kilo ağırlığında, kocalarına benzeyen çocukları doğurdular. Kız çocuğu doğuyor mesela, resmen erkeğe benziyor çocuk. Bir de 2 kilo olunca, minicik, eli yüzü iyice birbirine karışıyor. Ama anne baba bunu görmüyor. Kazara bir laf etsen "ay bu da çirkin doğmuş aman da aman" diye, artık anne mi depresyona girer baba mı bilmiyorum. Belki de girseler daha iyi olur kimbilir. Zira, daha doğduğu günden çocuğun olumsuz yanlarını görmeyen aileler, çocuk kazık kadar olduğunda basit bir çarpma işlemini yaptığında dünyanın en zeki çocuğu muamelesi yapacak, çocuk da kendisini bir şey zannedecek, ama en sonunda tam aksine hiç bir işin ucunu tutamayan beceriksiz bir nesil yetişecek. Dilerim ki öyle olmasın tabi. Ama anne babalar da biraz mantıklı olsun, normal insan gibi davransınlar hem çocuklarına. Sevgi sonsuz bir duygu. Önemli olan insanın bu kadar sonsuz sevdiği bir varlığı nasıl daha iyi bir insan haline getireceği. Nasıl daha fazla tutsak edeceği değil...


6 Nisan 2012 Cuma

Dolunay

Bu gece 22:19 itibarı ile yeni bir dolunay zamanı. 

Belki birçoğunuz bunun gerginliğini yaşamış olabilir birkaç gündür. Ben yaşıyorum en azından. Sizi bilmem :)

Şimdi bütün gerginlikleri bırakma zamanı. 

Dolunayın yoğun enerjisi, bütün olumsuzluklardan, tıkanıklıklardan kurtulmak için, yeni niyetlere doğru harekete geçmek için en uygun zamandır.

Bir kağıda, şu anda istemediğiniz, sizi rahatsız eden, hayatınızdan çıkmasını istediğiniz ne varsa hepsini yazın. Olumsuz düşünceler, insanlar, olaylar, kavgalar, gürültüler, negatif duygular...ne varsa istemediğiniz. Ve dolunay saatine niyet ederek bu olumsuzluklardan kurtulmaya niyet edin ve kağıdı yakın. Küllerini lavaboya atabilirsiniz :)




Bu şarkı da da dolunayın şerefine Yeni Türkü'den gelsin.

Güzel bir haftasonu olsun herkese...


Energy Forecast - And ... Action!

A message from Emmanuel Dagher

"Hi my beautiful friend,
The celestial energies right now are highly active, making it the perfect time for us to take action towards creating the reality of our choice. Just like the seasons, the energy all around us and in the ethers also goes through a dormant and/or highly active cycle. As we start our journey of looking inwards, we begin to feel into these cycles of energy. With alignment, comes the natural intuitive ability to know when it's time for us to pause, and when it's time for us to take action. Right now, we are entering a time of action.
Taking Action
What does taking action look like both personally and globally? On a personal level, taking action shows up differently for each of us. Here are just a few examples of how we may be called to take action right now:
*starting new projects or ventures;
*tying up loose ends from the past (personal/financial/etc.);
*moving to a new location;
*starting a new job;
*changing our diet and wellness protocol;
*starting new relationships or transitioning out of old ones;
*pursuing goals and dreams;
*traveling;
*feeling guided to exercise and be more physically active;
*taking a new class or course;
*revisiting talents and gifts we haven't used in a while; and
*cleaning our house, donating and getting rid of what we no longer use.
If we are feeling guided to take action towards any of these areas of our lives, now is the time.
With the rise of global consciousness, we are becoming even more sensitive to everything around us. We may notice that there are certain foods we used to eat that we just can't eat anymore. We may notice some connections we used to have with friends and family members that are changing as well. All that is asked of us is to put our trust in the Universe without always having to over analyze what's going on.
During highly active cycles on a global scale, here are just a few examples of what may be showing up right now:
*continued Earth shifts and movements;
*changes in weather patterns;
*new technologies, breakthroughs and achievements that have a collective impact;
*heightened awareness towards causes that impact humanity;
*revolutions and other social changes;
*distractions and resistance (usually stemming from old structures that are unable to embrace great change); and
*paradigm shifting events.
Although some of these things can seem a bit overwhelming, they are confirmations that the world is readjusting to a higher frequency. Because change isn't something the world is always comfortable with, a little bit of resistance is a good indicator that big breakthroughs are on the near horizon.
Two Methods of Taking Action
There are two methods to taking action. We can either try to make action happen, or we can allow action to happen.
When we try to make action happen, we usually come up against a great deal of resistance. Making something happen requires that we spend lots of time and energy on something that may or may not manifest itself into our lives. As a society, many of us grew up learning that making and forcing something to happen in our lives is what will bring it closer to us. We were taught that by being aggressive towards making our dreams a reality, we would experience optimum rewards and fulfillment. We were taught that the harder we work, the more things we could acquire to make us happy. Even though this method may have worked for few temporarily, most of the time it came with some kind of price.
When we operate from a space of always trying to make or force something to happen in our lives, we usually put a great deal of pressure or stress on our emotional and mental bodies. In turn, this can eventually manifest itself as an imbalance in our physical body.
The preferred method when it comes to taking action is to practice the art of allowing. When we allow action to happen, we usually start from a solid foundation of putting our full trust in the Universe. With this trust, we no longer need to oversee or control every specific detail in our lives. There's a sense of ease and grace that comes with allowing, because we know that the Universe is taking care of all the details.
The method of allowing action to happen doesn't mean we sit around and do nothing when it comes to manifesting our goals. It does however mean that we constantly choose to align ourselves with the present moment where we are at our most powerful. It's in this present moment that we become ‘master manifestors'. Also, in the present is when we are paying the most attention to all of the opportunities around us. And when the time comes for these opportunities to present themselves, that's when we take the inspired action necessary towards them in a way that feels easy and graceful to us.
The Magnified Effect
During times of high active energies, it's imperative to make sure we are focusing on what we want to create in our lives as opposed to what we don't want to create. The reason being, what we spend most of our time focusing on now will have a good chance of manifesting itself into our experience quickly. Let's use this time to constantly take inventory of all the blessings in our lives and really express our gratitude for it all so that we can continue to attract even more blessings to be grateful for.
Till next time,
Miraculously yours,
Emmanuel "

24 Ocak 2012 Salı

Polonya-2

Çok çalışıyorum. Öyle böyle değil hem de. İşkolik oldum çıktım adeta. Ama çok da memnunum. Şimdilik öyle en azından. Velhasıl bu işten güçtendir ki, güzelim sayfamı terk-i diyar eyliyorum. Fakat bir yandan da aklım hep Polonya'da.  Hazır aklım Polonya'dayken gecenin bir vakti şimdi, güzel bir akşam yemeğinden dönmüş ve hafif çakırkeyfken, iki satır Polonya yazı-çizilerime devam edeyim diye düşündüm, haydi bakalım hayırlısı.

Ne demiştik, güzel bir akşam yemeğinden döndüm şu anda keyfim yerinde. Güzel insanlarla birlikte olunca, iş amaçlı da olsa güzel geçiyor vakit. Her ne ise konumuz benim iş yemeklerim değil tabi ki. Ama hazır konu yemekten açılmışken Polonya'da ne yeyip ne içtiğime biraz da değinmek istiyorum.

Ben daha önceleri kendim bizzat Polonya hakkında araştırma yaparken, kendilerine özgü hiçbir yemekleri olmadığı kanısına varmıştım internetten şurdan burdan edindiğim bilgilere dayanarak. Fakat gidip görünce anladım ki, bizim burnu büyükler halt etmişler. Tabi ki dünyanın hiçbir yerindeki mutfağı, türk mutfağıyla kıyaslamak doğru olmaz, gerçekten eşi benzeri olmayan bir mutfağımız ve zengin yemek çeşitlerimiz var. Doğal olarak Polonya mutfağı da bu zenginlikle kıyaslanamaz. Ama onların da kendine has bir kültürü ve bu kültürün getiri birtakım özel yemekler var.



Yan tarafta görmüş olduğunuz çorba, "ekşi çorba" diye geçiyor(sour soup). Aslında geleneksel Polonya çorbası bu. Bizim bildiğimiz buğdayın, işlenmeden de önceki halini uzun bir süre suda bekleterek fermente ediyorlar önce. Sonra da çorba haline getirip böyle yumurtalı ekmekli filan yiyorlar. Özellikle kahvaltı ve öğle yemeklerinde yenmesi çok makbul. Benim damak tadıma uygun değil kendisi, fakat birçok insan bayılarak yiyor.



Pancar Suyuna Dumpling Çorbası
Bizdeki mantıya benzer "Dumpling"(ya da orjinal ismi ile pierogi) denen hamurlar çok meşhur Polonya'da. Birçok evde her hafta yapılıyor hemen hemen. Ama bizdeki gibi işi hazıra dökmemişler tabiki. Hala hatunlar güzel güzel hamur yoğurup, elleriyle açıyorlar. Bizim mantı kadar ince açılmıyor tabi orası ayrı. Bu dumplingler, peynirli, kıymalı, mantarlı ve lahanalı yapılabiliyor Büyük büyük yapılan peynirli ve mantarlı çeşiti genelde haşlanıp tereyağı ve soğanla kavrularak servis ediliyor. Kıyma ile yapılan daha küçük olanlarından ise genelde çorba yapıyorlar. İki türlüsü de benim için çok lezzetli.


Daha başka türlü geleneksel çorbaları da mevcut. Hepsinden bahsetmeyeceğim. Ama en önemli çorbadan bahsetmezsem olmaz. Özellikle Noel arefesinde yenen özel akşam yemeğinde  bu çorbanın patates eşliğinde masada yer alması gerekiyor. Bu çorba kurutulmuş yabani mantardan yapılıyor. Görüntüsü aynı resimdeki gibi kahverengi. Tadı ise ekşi. Ama ben sevdim. Değişik, hoş bir şey ve hafif. Patatesle birlikte yenmesi özellikle tavsiye olunur.



Çorbalar bir kenara dursun, lahana ve patates Polonya mutfağının baştacı sebzeler. Hatta pek bunlardan başka bir sebze kültürleri yok denebilir aslında. Etin çok önemli bir yeri var tabi ayrıca. Etçil bir insan olmadığım için bu kısmı beni ilgilendirmiyor ve direk atlıyorum.

Gelelim tatlılara. Tatlı olarak çeşitli kekler mevcut. Elmalı tartar ve kurabiyeler de bol miktarda bulunabilir. en geleneksel keklere örnek olarak ise "Sernik" ten bahsetmezsek olmaz. Aslında sernik, bildiğimiz cheese-cake, fakat daha bir farklı versiyonu. İçinde genelde elma da oluyor ve daha bir ekşimsi tadı oluyor. Ben çok seviyorum orası ayrı mevzu. 10 dilimi bir anda yiyebilirim, banamısın demez.
Son olarak "Pierniki" den de bahsedip yemek mevzuuna nokta koymak istiyorum, zira bunun sonu yok, hele ki benim gibi bir pisboğaz sözkonusu olunca. Neyse, Pierniki, aslında Polonya'nın Torun şehrinden geliyor. En ünlü üretici de Torun'da bulunuyor. www.kopernik.pl adresinden detaylı bilgi edinilebilir, Polonya'ya gidildiğinde eşe dosya hediyelik bu kurabiyelerden getirilebilir. Evlerde bu kurabiyelerin, kek versiyonu da yapılıyor. Pierniki'nin genel olarak özelliği, içinde değişik birçok  baharat bulunması. Karanfil ve zencefil bunların başlıcası. Bu sebepten çok değişik ve mayhoş bir tadı var. Mutlaka denenmesi gerekiyor.

Velhasıl, Polonya'nın kendine has bir yemek kültürü var. Çok yemeğe düşkün değiller, ama hala kendi kültürlerinin olması çok güzel. Avrupa'nın birçok yerine gittiğimde, klasik İtalyan yemeğinden ya da standart yemeklerden başka özel kültürel bir şey servis edildiğini görmedim. O yüzden bu çeşitlilikleri görünce çok hoşuma gitti.

Gece vakti bu kadar yemek muhabbeti yeter sanırım. Çatlamak üzereyim adeta. O kadar yemek yedim, hala doymamış gibi geldim bir de yemekleri anlatıım. Neyse güzel oldu, tatlı niyetine. Umarım sizin de hoşunuza gider, değişik değişik iştahınızı açar belki. Haydin kalın sağlıcakla...

8 Ocak 2012 Pazar

Polonya

Garip bir ülke Polonya. Gizemli bir havası var sanki. Biraz da karamsar. Belki de topraklarının üzerinde yaşanan onca acının karanlığı hala dolaşıyor ülkenin üzerinde. Daha önce hiç gitmişliğim, ilgi duymuşluğum  olmamasına rağmen, bu ülkeden birini tanıyıp sevince ister istemez biraz daha yakın ilgiyle incelemeye başladım. Şimdiye kadar edindiğim izlenimlerin ufak bir özetini de burada paylaşmaya çalışacağım. Öyle tarihi, resmi bilgiler benden çıkmaz. Ayrıca onlar zaten her yerde mevcut. Polonya yazınca gugıla, bir milyon tane bilgi çıkıyor zaten. Ben elimden geldiğince kendi gördüklerimi, ettiklerimi, yediklerimi, içtiklerimi, düşündüklerimi anlatmaya çalışıcam.

40 milyona yakın nüfusuyla küçük denemeyecek, gayet büyük bir ülke Polonya. Nüfus ülke topraklarına tamamen yayılmış durumda. Yani nüfusun 5'te biri, tek bir büyük şehirde toplanıp geri kalanı da başının çaresine bakmaya çalışıyor durumu yok. En büyük şehir olan Varşova'nın nüfusu 2 milyon bile değil mesela. Ha ama bu arada başının çaresine bakmaya çalışmak demişken, aslında ülke nüfusunun büyük bir çoğunluğu başının çaresine bakmaya çalışıyor gerçekten. Çünkü zengin bir ülke değil burası. Yine de bir şekilde Avrupa Birliği üyesi olmuş. Gerçi son zamanlarda AB üyelerinin battığını hesaba katarsak AB üyesi olmak onların lehine mi oldu aleyhine mi bilemiyorum.

Başkenti Varşova olup en büyük şehir de burası(nüfus yaklaşık 1.8 milyon). Bunun yanısıra, Krakow, Łódź, Wrocław, Poznań da diğer büyük şehirleri. Bunların haricinde çok sayıda şehir mevcut tabiki. Ayrıca gezip gördüğüm yerlerini de bilahare ilerleyen yazılarda paylaşacağım. Herşeyi tek bir seferde yazmaya çalışırsam işin içinden çıkamam zannedersem :) 

Bu arada ülkede konuşulan dil, bizzat kendi dilleri olan Lehçe(Polski). Baştan söyliyim, aşırı zor bir dil. Çok zordan filan öte. Ciddi ciddi aşırı zor bir dil. Yabancı dile karşı yatkınlığı olan bir insan olarak söylüyorum bunu. Birçok kelimenin okunuşu da tahmin ettiğimizden farklı oluyor buna bağlı olarak. Mesela "Łódź" büyük şehirlerden biri yukarıda da bahsettiğim gibi. Olur da Polonya'ya yolunuz düşer ve bu şehre giderken  birilerine soru soracak olursanız, bu şehrin adı lehçede "Vuc" diye okunuyor bunu bilesiniz. Eğer hataya düşüp "Lodz" demeye kalkarsanız tuhaf tuhaf yüzünüze bakarlar sanırım.

Para birimi  Polish Złoty(PLN). 1 euro, 4.50 złoty gibi bir şeye karşılık geliyor bu sıralar. Avrupa'daki diğer ülkelerin pahalılığının aksine, Polonya'da hayat nispeten ucuz(ev fiyatları hariç). Dışarıda yemek yemekten tutun, oteldir, aktivitedir, içkidir, konserdir, alışveriştir, her şey çok daha ucuz. Hatta birçok şey Türkiye'den de daha ucuz. Örneğin Fransa'ya, İtalya'ya gidip, bir öğün yemeğe en az 30-40 euro gibi bir fiyat öderken, burada ortalama bir yerde bu fiyat 30-40 złoty gibi çok cüzzi bir fiyat olabiliyor. Ha çok lüks bir yere giderseniz belki kişi başı 100 złoty ödersiniz ama o da şu anki kurlarla zaten 20 euro civarında bir fiyata denk geliyor. Velhasıl hayat burada gayet ucuz, para konusunu dert etmeyin.

Kabaca Polonya'dan bugünkük genel olarak aktaracaklarım bunlar. Gezip görülecek yerler, yiyecek-içecekler konuları için arkası yarın diyerek bugünlük burada noktalıyorum. Haydin kalın sağlıcakla...


4 Ocak 2012 Çarşamba

Az Gittik Uz Gittik Bir Yılı Devirdik

Koskoca bir yıl daha nasıl başladı, hangi arada geçti, hangi arada bitti ve bir diğeri başladı anlamadım.

Benim için tam anlamıyla az gittik uz gittik dere tepe düz gittik yılı oldu 2011. Ordan oraya dolandım durdum. Kaç ülkeye, kaç şehire gittim bilmiyorum. Keşke her bir yere gittiğimde, şuraya yazacak vaktim olsaydı. 

Belki de bu yüzdendir bir gün bütün yoğunluklardan kurtulduğum zaman bir köşeye çekilip, gezip gördüklerimi, biriktirdiklerimi, deneyimlediklerimi, heyecanlarımı, streslerimi, üzüntülerimi, sevinçlerimi, şaşkınlıklarımı, tüm hissettikklerim ve düşündüklerimi topluca yazmak isteyişim. Bari buna fırsat bulurum bir gün inşallah.

2012'yi Polonya'da karşıladım. Polonya'nın güneydoğusunda şirin ve kendi halinde küçücük bir şehirde. Hem çok huzurlu, hem de çok keyifli oldu. Tabi fırsat bu fırsat bir sürü şehrini daha gezdim ülkenin.


Garip bir ülke burası. Her yeri tarih kokuyor, bir yandan da sanki savaştan yeni çıkmış gibi.

Daha detaylı olarak anlatıcam gördüklerimi. Bu sefer söz. Hele bi kendime geleyim, yeni yıla alışayım önce.

Mutlu bir yıl diliyorum herkese..