14 Aralık 2013 Cumartesi

Bir işkence yöntemi olarak sigara


Sigara ile ilgili daha önce de bir şeyler yazdığımı hatırlıyorum. Ama elimde değil, sigara içenlere olan öfkem bitmek dinmek bilmiyor.

Genelleme yapmak istemiyorum aslında ama kendimi tutamıyorum. Karar verdim, sigara içen insanların hepsi ileri derecede saygısız. Evet ne dediğimin farkındayım. İster alınganlık yapın, ister kızın, ister küsün ama bu fikre boşuna kapılmadım.

Eskiden kapalı alanlarda tıkışıp kalırdık hep birlikte, onlar yanı başımızdaki masada dumanlarını tüttürürken biz bir yandan zehirlenirdik, bir yandan öksürüklere boğulurduk, bir yandan elimiz yüzümüz saçımız kılığımız kıyafetimiz is kokusu içinde kalırdı. Eve gittiğinde arın arınabilirsen o kokudan.

İyi güzel şimdi kapalı yerlerde sigara içilmesi yasaklandı. Ama malum evinde yasaklayamıyorsun. Hadi bir odasında yasakladın, illa evin bir tarafında sigara içireceksin. E onlar sigara içerken de yanlarında oturacaksın. Yani öyle ben gideyim de nikotinimi alayım geleyim yok. Kahve içilecekse mutfakta içilecek örneğin ve mutlaka sigara eşliğinde içilecek. Aksi mümkün değil. Mazallah desen ki, ya ben fena oluyorum içeri gidiyorum siz sigaranızı için içeri gelin, e tamam o zaman bir daha gelmeyelim biz sana diye tafrayı koyarlar hemen.

Dışarıdaki mekanlarda da ayrı bir mevzu. Toplulukla bir yere gitmek ölüm adeta. Zira o toplulukta iki üç tane sigara içen varsa, herkesi kendilerine uydurmaya çalışırlar. İlla sigara içilen yerde oturulacak efendim. Kış günü buz gibi yerlerde oturduğumu, bir de üstüne o pis duman kokusuna maruz kaldığımı iyi bilirim.

O yüzden tek başıma bir yere gitmeye bayılıyorum. Oh ne güzel, kafama göre istediğim yerde oturuyorum. Dün yine o günlerden biriydi. Bilgisayarda çalışabileceğim bir kafeye gittim ve güzel bir yere oturdum. Fakat oturduğum masanın tam yanında dışarı açılan kapı var ve malum sigara içen arkadaşlar bir içeri bir dışarı girip çıkıyorlar. Bazıları ise saatlerce dışarıda oturuyor buz gibi soğuk, daha bir gün öncesinde kar yağmış İstanbul havasında. Nerede kaç derece sıcaklıkta otururlarsa otursunlar umrumda değil de, kardeşim insan açtığı kapıyı da mı kapatmaz? İzledim, izlemekle kalmadı analiz ettim, dışarı çıkan her on kişiden yedi tanesi kapıyı açtı fakat kapatmadı. Sonuna kadar o kapı öyle açık kaldı. Her seferinde kalktım kapattım kapıyı. Olmadı bir sonraki seferde söylendim bir tanesine. Ama nafile, her dakika yeni biri geliyor hangi birine söyleyip uyarıcaksın. Koca koca insanlar, açtığı kapıyı kapatmasını ben mi öğreteceğim ayrıca. Kalktım yerimi değiştirdim ama pek farketmedi. İçerisi buz gibi oldu. Ayaklarım buz kesti. Şimdi soğuk algınlığından mayhoş mayhoş geziniyorum.

Şunu anladım ki, ben sadece sigaradan değil, sigara içenlerden de rahatsız oluyorum. Onların bu bencil, kimseyi umursamaz, anlayışsız, düşüncesiz  ve saygısız tavırlarından rahatsız oluyorum. Çok yakınımdaki insanlar da bu genellemeye dahil. Zira içlerinden hiçbiri çıkıp da, "canım ben bi sigara içip geleyim sen rahatsız olma" deme nezaketini göstermedi bugüne kadar. Bu bencilliğe artık bir son diyorum!

11 Aralık 2013 Çarşamba

Bir İş Kadınının Güncesi

Zaman zaman bahsediyorum, ay şöyle yoğunum böyle yoğunum bi taraflarımı kaşıcak vaktim yok diye ama ne iş yaptığımı kimse bilmiyordur muhtemelen. Hoş bilenler de pek anlamıyor ya neyse.

İçindeki müzik aşkına rağmen aman düzenli bir hayatım olsun diye kimya mühendisliği eğitimi almış bir insancağızım ben aslında. Ha bundan pişman mıyım bilmiyorum. Yaptığım hiçbir şeyden pisman değilim aslında ama sadece sorguluyorum arada yaptıklarımı. Onu seçmeseydim yolum nasıl olurdu, nasıl ilerlerdi diye. Belki de kader denen şey budur, seçeceğimiz belli başlı şeyler bellidir belki de gerçekten. Öyle ki o seçilen yollarda ilerleyip şaşırtıcı noktalara varıp şaşırtıcı insanlarla karşılaşabiliyoruz bazen.

Doğru yol mudur yanlış mıdır kader midir değil midir bilmiyorum ama nihayetinde on yıldır iş hayatındayım şaka maka. Aldığım kimya mühendisliği eğitimi ve yabancı dil bilgimin yardımıyla çoğu zaman hep uluslararası firmalarla, farklı kültürden yüzlerce insanla haşır neşir oldum.

Şimdilerde de yine uluslararası bir firmadayım. Plastik sektörüne bazı hammaddeler üreten firmanın Türkiye'deki birtakım işlerini yürütüyorum. Bu yürütme işlerini yurtdışı merkezli yapmak gerektiğinden bir koordinasyon sağlama, sürekli yurtdışı ile iletişim halinde olma, sürekli gidip gelme halinde olmak gerekiyor. İş de dinamik olduğundan günün sonunda yapılacak işler listesi hep çoğalıyor. 

Geçtiğimiz hafta İstanbul'da fuarımız vardı. Haftasonu, gece, gündüz demeden çalıştım. Benim iyi mi kötü mü olduğunu bilemediğim bir huyum da bir şeyi sahiplendim mi varımla yoğumla bütün enerjimle çalışıp didiniyorum sahiplendiğim şey için. Şu anki işimde de durum böyle. O yüzden pek kafamı kaşıcak vaktim olmuyor. Gerçi ben sahiplenmesem de bir şey değişmeyecek. Fuar zamanı gündüz fuarda bütün gün gelen ziyaretçilerle ilgilenip, akşamları da yurtdışından gelen arkadaşlar ve yöneticilerle birlikte yemekler organize etmek gerekiyor mecburen. Hal böyle olunca günlük birkaç saatlik uyku ile idare etmeye çalışıyorum.

Önümüzdeki hafta başka bir maraton bekliyor. Yıl sonu toplantısı için şirket merkezine gideceğim ve bütün bir hafta orada olmam gerekiyor. Yine aynı tempo, gündüz toplantılar, eğitimler, akşam yemekler. Gitmeden önce hazırlık yapmak gerekiyor tabi bir de, sunumlar, rakamlar, raporlar vs.. Bol bol enerji lazım bana o yüzden. Daha çok enerji lazım...

24 Kasım 2013 Pazar

Evren ve Biz

Enerji çalışmalarıyla her geçen gün daha çok ilgilendiğim şu son 4-5 yıl içerisinde diğer gezegenlerin, güneşin, ayın ve dolayısı ile etrafımızdaki enerji değişimlerinin üzerimizde meğer ne kadar etkisi olduğunu hayretle izler ve bu etkileri bizzat deneyimler oldum.

Bir yandan kaderimizin bizim elimizde olduğunu düşünüp, bir yandan da çizdiğimiz bu kader yolunda önümüzde bizim gücümüzü, yolumuzu etkileyen yüzlerce etkenin olduğunu görmek aslında bir çelişki. Kaderimiz gerçekten bizim elimizde mi yoksa önümüze çıkan engeller karşısında ne yaptığımız mı kaderimizi ortaya çıkarıyor? Gerçi yine her halükarda kaderimiz dönüp dolaşıp bizim elimizde oluyor öyleyse değil mi? İşte sürekli böyle sorularla meşgul kafam şu günlerde. 

Ekim ayında gerçekleşen ay tutulması, sonra Merkür retrosu, sonra güneş tutulması ve ardından güneşte meydana gelen patlamalar derken, birkaç hafta içerisinde peş peşe çok önemli olaylar meydana geldi gökyüzünde. Bu olayların dünya üzerinde yarattığı etkinin özeti ise, “değişim”. Hem bireysel, hem toplumsal anlamda bir değişim. 21 Aralık 2012 döngüsüyle başlayan ve üzerimizdeki etkisi giderek artan ve daha da artacak olan değişim…

Evrenin içinde adeta okyanusun içindeki bir su damlası kadar yer kaplayan bizler nasıl etkileniyoruz evrendeki ani değişimlerden? Bir gezegen normal yönünün aksinde hareket etmeye başlıyor ve hepimizin dengesi şaşıyor. Okyanus kabardığı vakit, nasıl ki her su damlası dalgaların içinde gel-git hareketiyle sarsılıyorsa, bizler de aynı şekilde sarsılıyoruz. Karakterimize ve bu hayat yolunda gelişimimiz için gerekli olan deneyimlere göre sarsılma şeklimiz değişiyor sadece.
Evrenin yarattığı enerjiler “değişim” diye bağırırken biz insanlar üzerindeki en kaçınılmaz belirtiler hastalıklar, aşırı yorgunluk, gerginlik, baş ve eklem ağrıları, mide bulantısı, baş dönmesi, tansiyon yükselmeleri olur genellikle. Sanırım ben biraz fazla haşır neşir olup yakından takip ettiğim için adeta iki kat yaşıyorum bu belirtileri.
Kafam yataktan kalkmıyor resmen. Biraz güç bulup kalkacak olsam ya başım dönüyor ya da midem bulanıyor.  Bedenim sürekli uyarı halinde. Gece ateşler içinde uyanıyorum birdenbire. Başka bir günse ter içinde uyanıveriyorum. İşin en kötü yanı, hali hazırdaki iş ve yaşam koşullarımın aşırı yoğun olması ve benim yeterince dinlenemiyor olmam. Çünkü biliyorum ki şu süreçte yapılacak en güzel şey bol bol dinlenmek aslında. Fakat dinlenmeme izin vermiyor koşullar. Dinlenemedikçe deliriyorum ve daha çok geriliyorum. Belki de artık bu koşulları değiştirmem gerektiğinin sinyalleri bütün bunlar. Zihnim ben farkında olmadan bu değişime direnç gösterdikçe de bedenim acısını çekiyor. 
Şahsen ben ruhen beni bir adım daha ileriye taşıyacak, ruhsal özgürlüğümü daha iyi bir şekilde deneyimlememi sağlayacak bir sonraki adıma, yani değişime hazırım. Yılların kalıplarını bilinçaltında taşıyan zihnimin de bu değişime hazır olmasını diliyorum bir an evvel. Hazır olsun ki, dönüşüm gerçekleşsin, bedenim de ruhumla birlikte dengeye gelsin.




3 Eylül 2013 Salı

Uçtu Uçtu Kuş Uçtu

Bunca zamandır sürekli o şehir senin bu şehir benim seyahat ediyorum ama şimdiye kadar hiç bir uçuşu kaçırdığım olmamıştı. Son dakikada yakaladığım zamanlar olmuştu ama ilk defa bugün saçmasapan bir trafik yüzünden kaçırdım sonunda. En sinir bozucu tarafı da, gideceğim mesafenin altı üstü Maltepe'den Sabiha Gökçen Havalimanı oluşu. Bu mesafe normalde 15 dakikadır. Malum Anadolu yakasında trafik bile olsa taş çatlasın yarım saatte ya da 40 dakikada giderim diye düşünürsün Maltepe'den Sabiha'ya. Fakat 1.5 saatte gitmek nedir, nasıl bir olağanüstü durumdur anlamış değilim!!!
Sabah 9.20 uçağı için uçuş kartıma varana kadar internetten almışım bir güzel, o yüzden evden rahat rahat çıktım 8'de. Normal şartlarda erken bir saat. Ama o da ne E-5 kilit. Varabildiğim ilk sapak noktası Kartal kavşağı idi, sapayım da otobana gideyim bari dedim. Sapmaz olaydım. Otoban kilit. Saat zaten 9 olmuştu ben otobandayken. Ama bir ümit belki uçak rötar yapar filan diyerek gittim havalimanına. Arabayı verdim valeye bir hışımla. Sonra koştur allah koştur. Kapıyı da mübarek terminalin en ücra köşesine vermişler. Uzun zamandır böyle koşmamıştım. Nefesim kesildi koşmaktan. İki hafta önce ameliyat olduğum yumurtalığımın adeta yerinden oynamaya başladığını hissettim. Kapıya vardığımda zaten derin bir huzura erdim. Kapı kapanmış ve kapı görevlileri bile olay mahalini terketmiş. Tam o sırada diğer kapılardan birinde boardinge yeni başlayan başka bir izmir uçuşu gördüm. Sonra tekrar koşmaya başladım, Pegasus satış ofisi istikametine. Ama yok efendim bilet satışı kapandı artık dediler. Bir sonraki en erken uçuş da öğlen 1.30'ta. Ben yapmışım zaten günübirlik program, neye yarar o saatten sonra gitsem izmir'e. Lanet olsun dedim tıpış tıpış döndüm eve. Bu saat oldu hala sancım var, karnım bir yandan bacaklarım bir yandan ağrıyor. Her şerde bir hayır vardır illaki ama bu İstanbul tarfiğinin hayırlı bir tarafını görmüyorum ben. Sabır törpüsü mü desem ömür törpüsü mü desem ne desem bilemiyorum. Ya sabır diyerek geçiştiriyoruz her günü...

2 Eylül 2013 Pazartesi

Gökçeada'da İki Ayrı Dünya


30 Ağustos'un Cuma gününe denk gelmesini fırsat bilenlerdendik biz de bu yıl. Uzun zamandır memleket ziyaretleri haricinde aile ile bir arada tatil geçirmemiştim, o yüzden hastalıkla uğraşarak geçen bir yaz mevsiminin sonrasında iyileşmeye başlamış olmamı da kutlama bahanesiyle ailecek birkaç günlük bir kaçamak yapalım dedik. Rotamızı da Gökçeada'ya çevirdik.

11 yıl önce yine ailecek gitmiştik Gökçeada'ya. Tabi o zamanlar gittiğimizde şimdikine göre bomboştu ada. Biz ilk gittiğimizde adanın her yerini iyice gezdiğimiz için, bu sefer kısıtlı zamanımızı belli başlı yerlerde geçirme kararı aldık.

Tabiki adaya gitmekteki öncelikli amacımız denize girmekti. O yüzdenin adanın en güzel yerinden denize girmek lazımdı. Daha önceki deneyimimize de dayanarak adanın "Gizliliman" denilen güneyinde ve en batısındaki yerine gittik o yüzden. Burası Türkiye'nin de en batı noktasıymış aynı zamanda.

Gizliliman'a Uğurlu köyü işaretlerini takip ederek ulaşılıyor. Önce Uğurlu'ya gidiyoruz oradan sonra limanı solumuza alarak önümüzdeki tepeyi dar ve virajlı yolundan tırmanıyoruz. Tepeyi tırmanıp aşağıya inmeye başlayınca pırıl pırıl ve çarşaf gibi denizi ile upuzun bir sahil bizi karşılıyor. İşte bu sahilde denizin keyfini çıkarmak için onca yol gidiliyor. Ama denize ayağınızı değdirdiğiniz anda anlıyorsunuz ki o yolculuğa değiyor.

Önceki gidişimizde de yine burada girmiştik denize. Bakir bir koy olduğu için hiçbir tesis yoktu, o yüzden kendi şemsiyemizi götürmüştük. Şimdi ufak bir tesis gibi bir şey var, fakat yine şemsiye-şezlong tarzı şeyler yok. Yine herkes kendi şemsiyesini kendisi götürüyor. Zemin ince bir kum olmadığı gibi büyük taşlar da yok. Minik minik yapışmayan taşlar var. O yüzden havlunuzu serip rahatça uzanabiliyorsunuz. Genelde rüzgar da olduğu için güneşin altında da rahatça durabiliyorsunuz. Kum olmaması o açıdan da iyi oluyor. Yoksa o rüzgarda uçuşan kumların içinde ne oturabilir ne de yatabilir insan.

Biraz sıcaklamaya başlayınca atıyorsunuz hemen kendinizi önünüzdeki denize. Ama ne deniz....Bozcaada'daki gibi girdiğinizde kafanızı donduran bir soğukluk yok buranın denizinde. Tam ideal sıcaklıkta. Zaten denize girdikten birkaç metre sonra derinleşiyor. Gözlüksüz girmemenizi tavsiye ederim. Zira sizinle birlikte yüzen balık kümelerini izlemek de ayrı bir keyif. Ameliyat nedeni ile ara verdiğim yüzme aktivitesinin acısını  iyice çıkardım ben bu deniz sayesinde. Biraz yoruldum haliyle. Ama değdi. Kendimi şimdi daha da bir yeniden doğmuş gibi hissediyorum. 

Deniz mükemmel, sıcaklık mükemmel, kum mükemmel, rüzgar mükemmel derken dikkatimi çeken bir ayrıntıyı paylaşmadan edemicem. Biz bu koyu yıllar önce keşfettiğimizde, bize en yakın oturan grup ile aramızdaki mesafe abartmıyorum en az 300 - 400 metre gibi birşeydi. Çok sakin olduğu için haliyle kapalı teyzeler filan rahatça denize girebilmek için buraya geliyordu. Hatta biz de annemi ilk defa burada denize girmesi için ikna edebilmiştik. Şimdilerde tabiki sahil daha kalabalık. Size en yakın oturan grup ile aranızda 5-10 metre vardır en fazla. Grupların çoğunluğunu şöyle bir izlediğimizde biz kendimizi farklı bir ülkede gibi hissettik doğrusunu söylemek gerekirse. Sanki Kuzey Afrika'da bir ülkeye tatile gitmiş bir turist gibi hissettik. Böyle hissetmemizin bir sebebi vardı tabiki. Denize giren kadınların neredeyse %70'inden fazlası haşema giyiyordu. Yıllar önce gittiğimizde haşema denen şey henüz çıkmamıştı sanırım. Bikini giymek istemeyen ablalar, teyzeler, uygun bir kıyafetle giriyorlardı denize ve keyfini çıkarıyorlardı. Ama malum, tesettür akımı ile birlikte haşema akımı da beraberinde geldi ve geçen yıllar içerisinde bu sahil bu akımın öncülerinin buluşma noktası olmuş adeta. Tabi sadece haşema değil dikkat çeken. Grupların bütünü ve yaşayış tarzı dikkat çekiyor. Bizler güneşten korunmak için birer şemsiye ile idare ederken, bu gruplar, büyük çarşaflarla kendilerine çadır gibi saklanma alanları yapıyorlar ve ailecek bu çadırların içerisinde saklanıyorlar. Neyden, kimden, neden saklanıyorlar sorularının cevapları benim anlayabileceğim şeyler değil açıkçası. Hacı olan annem ve babam bile bu soruların cevaplarını anlayabilmiş değil ayrıca. Böyle mutlu ve rahat hissediyorlarsa böyle yaşasınlar, ben bundan hiç rahatsız olmam. Fakat arada şu düşünce aklıma geliyor. Demek ki bu grupların başındaki adamlar, bikinili kadın görünce  aklını yitiriyor ki hem kendileri hem kadınları köşe bucak saklanıyor. Madem öyle, neden bu adamlar gözlerini bağlamıyor? Böylesi daha kolay olurdu sanırım, onca kadını sarıp sarmalayıp saklamaktansa...

Benim hayatıma kimse müdahale etmediği sürece hiçkimsenin hayatından rahatsız olmadığım ve asla müdahale etme isteği bile duymadığım için ben burada da huzur içinde denizin keyfini çıkardım, şükürler olsun. İyileşiyor olmama şükrettim denizin sonsuzluğuna kucak açarak. Saatlerce yüzdüm, kulaç attım, yoruldum, arada denizin ortasında uzandım dinlendim, sonra yine yüzdüm, balıkların güzelliğini izledim ve defalarca şükrettim bunu yapabildiğim için. Hala da şükrediyorum...

Gelelim konaklama kısmına. 
Gökçeada malum çok büyük bir ada. Genel olarak da dağınık bir ada. Belli başlı köyler adanın farklı bölgelerine yerleşmiş. Genelde de köyler denizden uzak aslında. Denize yakın olan köylerden biri Uğurlu köyü. Hatta burada ucuz pansiyon ve apartlar mevcut. "Onlar" ve "Bizler" ayrımını deniz kenarında gördükten sonra bu köyde iyice hissedebiliyorsunuz. Ayrımcılık yapmak değil niyetim. Ama bu köy tanım yapmam gerekirse "İslami" bir köy. Şöyle bir beş dakika dolaşmanız yeterli bunu anlamak için. Eğer siz de bu tarz bir tatilden hoşlanıyorsanız burada kalmanızı öneririm. Fakat benim ve ailemin tatil anlayışı biraz daha farklı. Dedim ya, annem babam hacı olmalarına rağmen farklı bir dünya gibi orası bizim için. Biz bu yüzden adanın diğer ucunu tercih ettik. Kaleköy adındaki diğer sahil köyünde konakladık. Burası Uğurlu'nun aksine cıvıl cıvıl bir yer. Ufak bir sahil kasabası aslında ama İstanbul'lular epeyce bir doldurmuştu tatili fırsat bilip. Konaklayabileceğiniz butik otel, apart, pansiyon tarzı birçok yer mevcut Kaleköy'de. Biz bu yıl hizmete açılan Gökçeada Bağ Evleri nde bir ev kiraladık. Beş kişi çok rahat ettik evimizde. Evin sahibesi Şefika Hanım sağolsun misafirperverliğiyle çok memnun etti bizi. Bir daha gidersem yine gidip kalabileceğim bir yer, o yüzden gönül rahatlığı ile tavsiye edebilirim. 

Evde kaldığımız için kahvaltımızı kendimiz hazırladık. Kaldığımız evin bahçesindeki domateslerden ve biberlerden toplayıp yedik kahvaltıda. Akşamları ise yemek yiyebileceğiniz birçok restoran var köyün sahilinde. Arada gitar çalıp şarkı söyleyen gençlerin sesini de duyunca kıpır kıpır oluyor insanın içi, işte o zaman farklı bir dünyada olduğunu anlıyor.

Bu arada Kaleköy'ün denizi içinde bulunan liman ve alanın kısıtlı oluşu yüzünden yüzmeye elverişli değil. Zaten denize girilecek yeri yok. Orduevinin önünde plaj varmış sanırım eskiden, ama o bölgeye akan pislik yüzünden plaj kapanmış. Fakat köye yakın Yıldız Koyu diye bir plaj var. Yürüyerek 15-20 dakikada gidilebiliyor. Yürümem derseniz araba ile de gidebilirsiniz. Burası oldukça ufak bir sahil. Oturup bir şeyler içebileceğiniz bir iki tesis var. Bir de kırık şezlongları kiralamaya çalışan bir çocuk var :) Buranın denizi de fena değil, ama yüzdükçe ve denizin dibine baktıkça daha bir marmara denizi'ndeymişsiniz gibi bir hissiyat veriyor. Zaten Gizli Liman'ın denizinin tadını aldıktan sonra adanın başka bir yerinde denize girmek istemiyorsunuz. Her ne kadar uzak ve farklı bir dünya olsa da...

27 Ağustos 2013 Salı

Kadın Olmak Ne Zormuş Arkadaş!

Oooof Offf!! 

Farkettim de hiç of çekmemişim şimdiye kadar, yazdığım hiçbir mecrada. Halbuki ne güzel bir rahatlama enerjisi vardır her of çekmede. Adeta içindeki sıkıntılar çıkar gider dışarı. Of sesi oh sesine dönüşür bir sonraki aşamada.

Başlıktan yola çıkıp da şikayetçi olduğum sanılmasın. Şikayetçi değilim, bilakis, kadın olmayı çook seviyorum. Hatta bu dünyadaki sınavlarımın başında kadınlık kavramının geldiğini düşünüyorum. Böyle düşünmemde babaannemin adının İsmet, anneannemin adının Zeynep olmasının da bir etkisi var mıdır acaba? Saçmalık değil bence, elbette ki vardır!

Bu dünyadaki hiçbir şey tesadüf değil. Hayatımıza girip çıkan insanlar, akrabalar, anne, baba, eş, dost, kardeş, anneanne, babaanne, teyze, hala, amca, dayı...hiçbiri tesadüf değil. Hayatımıza giren herkesin, bir süre de olsa belli bir iletişim içinde bulunduğumuz herkesin aslında bu dünyaya gelme sebebimiz olan bazı dersleri almamızda belirli görevleri ya da rolleri var. Birileri geliyor gidiyor sonra diğerleri geliyor. Örneğin bir konuda bir dersi almamız gerekiyor ve buna yönelik bir insan giriyorsa hayatımıza, dersimizi almadığımız takdirde bir sonraki sefere yine o insan benzeri başka bir insan çıkıyor karşımıza. İşte o yüzden bazen ağlanıyoruz ya "ya beni de hep böyle insanlar mı bulur kardeşiiimmm!"

Seni onlar bulmuyor halbuki, sen öğrenmen gereken dersi almayıp değişime karşı direniyorsun aslında. Dolayısıyla hayat da karşına benzer sınavları çıkarıyor. Zaten hayat kademe kademe soruları değişen bir sınav değil mi ki?

Babaannesi İsmet, anneannesi Zeynep bir kadın olarak sanki hep bir tarafım erkek, bir tarafım kadın oldum hayatım boyunca. Babaannem hem görünüş hem karakter olarak(zaten isimden de belli) tam bir erkekti(Nurlar içinde yatsın). Anneannem ise tam bir prenses (Allah'ım ona daha nice yıllar ömür versin). Zaten Zeynep ismindeki kadınlar genellikle kadınlık enerjisi yüksek kadınlar olurlar.Velhasıl bu kadınlar benim bu dünyadaki gelişimimin rol modelleri oldular. Benim görevimse, ikisi arasında kalmış olan enerjiyi dengelemek oldu. Tabi ben bunları onca yollardan geçtikten sonraki bakış açımla bu şekilde yorumlayabiliyorum. Yoksa gençlik yıllarında birçok şey zaten otomatik olarak siz farkında olmadan gelişiyor. 

Kadınlıkla ilgili sınavlarımı geçip dengeyi bulma yolunda ne çok yollardan geçtim bakıyorum da. Sosyal baskıların bilinçaltında yarattığı kalıplar, hayatıma girip çıkan insanlar ve en önemlisi hastalıklar. Tevekkeli değil daha 14 yaşındayken araştırma hastanesinin "kadın hastalıkları" servisinde tutuldum, hem de bir hafta! Daha küçücükken, kadın hastalıkları da ne ola ki!!! Henüz vajinamı bile tanımıyordum! 

Dedim ya, hiçbir şey tesadüf değil. Puzzle'ın parçaları bir araya gelmeye başladıkça canlandırıyor insan büyük resmi kafasında. Şimdi ben de o yüzden birçok şeyin farkına varabiliyorum, daha açık bir gözle.

Son yıllarda içinde bulunduğum ruhsal çalışmalarla birlikte adım adım daha da aydınlatmaya çalışıyorum kendimi. Adım adım arınıyorum, bana hizmet etmeyen duygulardan, enerjilerden. Böylece dengemi buluyorum. Eminim ki daha çok yolum var, ömrüm ne kadarsa o yol da o kadar elbet. Ama bir yandan  katettiğim de bir yol var çok şükür.

Arınıyorum dedim. Hem de çok. Her arınma birtakım sınavlarla birlikte geliyor. Ya da beraberinde geliyor. Özellikle son bir yıldır etrafımızdaki enerjiler inanılmaz hızlı bir arınma içerisine soktu, aslında hepimizi. Ben de bu enerjiden nasibimi aldım haliyle.

Taksim'de ayaklanan gezi hareketi ile birlikte ben de ayaklandım yazın başında. Duygularım da ayaklandı. öyle bir ışık vardı ki etrafta, o ışıkta olmayı istememek ne mümkün! Attım kendimi o ışığın içine. Nasıl bir duygu yoğunluğu vardı o ışığın içinde! Tatmayan, yaşamayan bilmez! Ben o süreçte kişisel anlamda da birçok deneyim yaşadım. Derin bir arınma yaşadığımı hissettim ruhsal anlamda. Bir yerlerde saklanıp kalmış olan nefret, kin, intikam benzeri duygular birdenbire yüzeye çıktı ve hepsini el sallayarak gönderdim. Kendimi sevginin ve barışın kollarına açtım.

Meğersem o nefretler, kinler kadınlığımı da bloke ediyormuş ya arkadaş! Nasıl bir güçlü arınmaysa o öyle, hemen akabinde şiddetli karın ağrıları vücudumu esir aldı. Üst üste çok fazla uçak yolculuğu yaptığım için ona yordum ilk başta. Ama ne mümkün, bir gün, iki gün, üç gün, beş gün derken geçmedi ağrılar! Daha da şiddetlendi hatta. Sonra kasıklarıma doğru sabit bir ağrı oturdu ve kaldı orada. Ayağımı yere basamaz oldum. Her zamanki gibi bu süreçte yalnızdım, ailem şehir dışındaydı. Ama zaten sınavlarımdan biri de bu olduğu için hiç garipsemedim. Ne zaman başıma bir şey gelse ya da ne bileyim biraz daha ihtiyaç hali gibi bir durumda olsam, genelde etrafımdaki insanlar kaybolur. Dediğim gibi, bu benim deneyimim zaten, o yüzden bunu ben sevgiyle kabul ediyorum. Hatta artık o kadar alıştım ki buna, aksini düşünmek çok tuhaf geliyor. Sanırım o yüzden ameliyatımı bile sessiz sedasız oldum.

Sancılar baktım dinmiyor, doktor yolu göründü. Karnım ağrıdığı için gastroloğa gittim. Doktor ilk başta çok rahattı, bişey yoktur gibisinden. Bi ultrason yapalım en azından dedi. Sonra yaptıkları ultrasonda yumurtalığımda görünen tarif edemedikleri bir cisim çıktı. Bunun üzerine doktor paniklemez mi! hemen kolonoskopi, endoskopi, kanser testi ve jinekolog muayenesi istedi. Olayın yumurtalıkta olduğunu anladığım için gastrologla bir işim kalmadığını o anda farketmiştim ben. Ama malum özel hastane, o panikle onlar her şeyi isteyecek. Doktora teşekkür ettim ve kendi jinekoloğumla konuyu görüşeceğimi söyledim ve tuttum kendi doktorumun yolunu. Sağolsun o rahatlattı içimi. Ama sancılar geçmedi. Geçer dedi geçmedi. Ne ultrasonda ne tomografide tam olarak ne olduğu belli olmadı. Öylece bir kitle duruyordu orda. Ağrılara daha fazla dayanamayacağım için hemen ameliyat etti beni doktorum. Sağolsun çok da rahat geçti operasyon ve sonrası. Operasyon sırasında ailem yanımdaydı, birkaç da arkadaşın haberi vardı. Ama tesadüf ki  operasyon sonrasında etrafımdaki herkes ya hasta oldu, ya depresyona girdi, ya zaten unutmuştu falan filan. Yani herkes benden daha hastaydı. Hatta annem başı çekiyordu hastalar arasında :) Ama dedim ya, deneyim işte, sınavın parçası bu zaten, o yüzden hiç şaşırmadım hatta güldüm. Şükürler olsun ki en aciz halimde bile mutluyum ve kimseye muhtaç değilim diye binlerce kere şükrettim.

Meğerse içimdeki o cisim çikolata kisti diye bilinen endometriyozis miş. Yumurtalığın derin bir köşesine yapışmış kalmış belli etmemiş kendini. Ondanmış zaten o kadar çok sancı vermesi. Doktorumun dediğine göre ağrıya çok dayanıklıymışım (ki öyleyimdir zaten ayıptır söylemesi), bulunduğu yer itibarı ile dayanılmaz bir ağrı yapması lazımmış, çok zormuş o ağrıyla yaşamak. E ben de bir-iki hafta yaşayabildim epi topu zaten sonra tıpış tıpış ameliyat :)

Ameliyattan sonraki birkaç gün haliyle zor oluyor fakat benim için gayet rahattı çünkü ameliyat öncesi olan şiddetli zonklamalardan eser kalmamıştı. Yine de narkoz şu bu derken sarsılıyor insan tabi. Ama iyileşmeye başladığını hissettiğin an var ya, işte o an hiçbir şeye değişilmez. Çocuk gibi seviniyor insan. İşte o an yine bir arınma yaşadığımı ve yenilendiğimi hissettim. Yeni doğan bir çocuk gibi...

Patoloji sonucunun temiz çıkması ve doktorumun normal hayatıma devam edebileceğimi söylemesiyle, bugün o yenilenme hissinin verdiği sevinç ikiye katlandı. Defalarca şükrettim hala da şükrediyorum sağlıklı olduğum için. Bundan daha büyük bir zenginlik olamaz.

Türkiye gibi bir ülkede, tabularla, bilinçaltına işlenen sayısız hurafelerle, toplum baskısıyla, erkek baskısıyla büyüyen kadınlar olarak hiçbir kadının jinekolojik anlamda problemsiz olmasına imkan yok diye düşünüyorum. İşte bu yüzden kadın olmak zor. Çünkü birçok hastalık bilinçaltındaki kalıpların tepkimesiyle ortaya çıkıyor. Bir yandan da toplum tam manasıyla kadın olmana izin vermiyor. Bunun farkında olup, her daim kadınlığımızdan gurur duyup, herkes karşı dursa da kadınlığımızı evvela kendimiz yüceltip öncelikle zihnimizdeki "kadınlık" ile ilgili hurafeleri temizlemeliyiz. Ve en önemlisi "jinekolog" fobisini yenip düzenli kontrollerimizi yaptırmalıyız. 

Sağlıklı günler dileğiyle...

22 Haziran 2013 Cumartesi

EY ÖZGÜRLÜK!

Özellikle geçtiğimiz yılın sonlarından itibaren, bu yeni yılla birlikte bizi birçok değişimin beklediğinden bahsetmiştim. Dünya farklı bir frekansa yerleşirken, "altın çağ" dediğimiz bu süreçle birlikte dünya içinde yaşayan bizler ya bu değişme ayak uyduracaktık ya da değişimin kendisi olacaktık. Güzel ülkem Türkiye'de 31 Mayıs 2013 itibarı ile işte bu değişimin bizzat şahitleri olduk.

Özgürlüklerini korumak için sokağa dökülen halk, bu değişimin ta kendisi ve öncüsü olmayı seçti.İşte bu, artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağının işareti oldu. Sadece ülkemiz için değil, tüm dünya için geçerli bu. Artık hiçbir şey eski sistemde yürütüldüğü gibi yürüyemeyecek. İşte önümüzdeki 20 yıl boyunca dünya bu yeni enerji frekansına, yeni sisteme adapte olmaya çalışacak. Bizler de yeni liderlerimizi, yeni yönetim biçimlerimizi belirleyeceğiz bu adapte olma sürecinde.

Eskiden devlet büyükleri bir karar aldıklarında, bir yasa yürürlüğe soktuklarında kimsenin sesi çıkmazdı. Zira insanların yaşamları üzerinde hakim olan en önemli duygu "korku"' idi. Bugünkü yönetimler, hala bu eski sistemin bir parçası, yani korkutarak yönetmeye dayalı bir sistemler bütünü. Ama insanlar artık aynı insanlar değil. İnsanlar değişiyor. 10 yıl önce çocuk dediklerimiz şimdi büyüdüler ve birey oldular. Ve bu çocuklar çok farklı şekilde yetiştiler. Daha bebekken bile farklıydılar. Daha kural tanımaz, daha özgürlük yanlısıydı bu çocuklar. Daha korkusuzlardı. Şimdi büyüdüler ve korkusuzluklarını sokakta gösterdiler. Onları destekleyen ve artık korku ile yönetilmekten bıkan halk da onlarla birlikte kendini sokağa attı. 

Velhasıl, halk özgürlüğüne sahip çıktı. Ama bundan sadece bu halkın özgürlüğü kısıtlanıyordu da o yüzden kendini sokağa attı gibi bir mesaj çıkartmak da doğru değil. Tabi bu da mesajın bir parçası, ama en önemlisi bu halk, özgürlüğün önündeki en büyük engel olan "korku" yu attı üzerinden. Bence en önemli mesaj buydu. Korkusuz bir şekilde yetişmiş gençlerin öncülüğünde korkusuz bir halk var artık. Özgürlüğün bu dünyadaki en büyük nimet olduğunun farkında bu halk. Ve buna sahip çıktı. Sahip çıkmaya da devam edecek, bundan eminim.

Peki ya sokağa çıkmayan ya da sokağa çıkanların karşısında duran halk? 
Dünya'da hepimiz seçimlerimizle yaşıyoruz. Herkes her istediğini seçmekte özgür. Kimi mutluluğu seçer, kimi mutsuzluğu seçer. Kimi huysuzluğu, kimi güzel huyluluğu seçer mesela. Kimi cesareti, kimisi de korkuyu seçer.  Kimi iyi olmayı, kimi kötü ve fesat olmayı seçer. Kimi neşeyi, kimi somurtkanlığı seçer. Kimi aydınlığı, kimi karanlığı seçer. Kimi sevgiyi, kimi nefreti seçer. Sevgiyi seçtimi insan bir kere, zaten o insan artık aydınlığı da, iyiliği de, neşeyi de seçmiş demektir. Nasıl ki nefreti seçiyorsa, karanlığı ve mutsuzluğu seçmiş demektir.

Nasıl ki bizler bunca yıldır korkunun ve nefretin himayesi altında yaşamayı seçmiş idiysek, bunu seçmeye devam edenler de olacak tabi ki. Nasıl ki bizler herşeyin daima varolan koşullara göre değişmesi gerektiğini düşünürken, tam tersine eskide kalmak isteyenler de olacaktır. İşte buradaki kritik nokta, iki tarafın da birbirine sonsuz saygı duyması ve birlikte huzur içinde yaşayabilmek.

Hepimiz aynı bütünün birer parçasıyken, ayrılığa, gayrılığa, kavgaya, dövüşe hiç gerek yok şüphesiz. Ben sürekli seyahat eden ve dünya'nın dört bir yanından çeşitli insanlarla iletişim halinde olan biri olarak şunu söyleyebilirim ki, Türkiye'de her zaman en çok sevdiğim ve bir parçası olmaktan gurur duyduğum şey, çok çeşitli yüzlere sahip olması ve bu yüzlerin yıllardır birlikte yaşaması... Birçok ülkeye baktığınızda adetler, gelenekler, alışkanlıklar, yaşam tarzları, hepsinin o ülkede tek tip olduğunu görürsünüz. Fakat Türkiye'de bu bambaşka. Batısında başka bir hayat, başka bir kültür, doğusunda başka, güneyinde, kuzeyinde bambaşka. İşte ben bu farklılıkların bir arada olmasından ve bunun bir parçası olmaktan çok keyif alıyorum. 

Herkesin tek tip olduğu bir dünya ne kadar sıkıcı olurdu bir düşünsenize. Çoğu zaman konuşacak tartışacak bir şey bile bulamazdık. Ve büyük ihtimalle özgür de olamazdık aslında. Beynimize aşılanan tek tipin dışına çıkmaya korkardık. İşte bu yüzden dilerim ki hepimiz farklılıklarımızın kıymetini iyi biliriz. Karşımızdakini farklı olduğu için yadırgamak yerine, aslında bu farklılıkların bizleri özgür kıldığını, bizi biz yaptığınız unutmayız.

Özgürlükten bahsedip de Zülfü Livaneli'yi hatırlamamak olmaz. Özgürlüğümüzün peşine düştüğümüz bu günlerde dilimden düşmüyor yine şarkısı, Ey Özgürlük!



 Özgürlüğümüzün daim olmasını ve keyifli bir haftasonu geçirmenizi dilerim!

Sevgiler...



9 Mart 2013 Cumartesi

Köln'de Bir Haftasonu

Geçtiğimiz hafta Beyrut seyahatinin arkasından kısa süreli bir de Köln seyahatinin olacağından bahsetmiştim sanırım. Beyrut'la ilgili daha önce yazdığım için tekrar yazmaya gerek duymuyorum :) Fakat Köln'le ilgili bir iki satır da olsa yazmak isterim. 

Dediğim gibi yorucu bir haftanın ardından sadece haftasonu için gittim daha önce de gittiğim bu şehre. Genel olarak Almanya şehirlerini severim aslında ben. Vakit olsaydı trenle Berlin'e de gitmek istiyordum, ama olmadı. Daha önce gittiğim güzel şehirler olan Münich ve Frankfurt hakkında da yazmak kısmet olmamıştı. Bari Köln için yazayım. 

Köln Almanya'nın dördüncü büyük şehri. Ortasından Ren Nehri geçmekte olan şehrin 1 milyon civarında bir nüfusu mevcut. Almancı Türklerin de yoğun olarak yaşadığı bir şehir ayrıca. O yüzden gerek Türk Hava Yolları olsun gerek Pegasus olsun direk uçuş rahatlıkla bulabilirsiniz. Ya da hemen yanıbaşındaki şehir olan Düsseldorf'a daha fazla sayıda uçuş bulup, trenle Köln'e geçebilirsiniz. 

Köln Katedrali
Özellikle bahar ve yaz aylarında düzenlenen festival ve karnaval dönemlerinde şehir daha keyifli olsa gerek. Diğer zamanlarda ise birkaç şehir gezisiyle birleştirip bu şehre de uğranabilir. Örneğin Berlin ya da Hollanda'nın güzel şehri Amsterdam ile birleştirip bir tur yapılabilir. Zira tren ağı o kadar geniş ki, bu şehirlere birkaç saatlik yolculukla çok rahat ulaşabilirsiniz. Hatta Amsterdam'a direk gitmektense, daha uygun fiyatlı uçak bileti ile Köln ya da Düsseldorf'a uçup buralardan trenle Amsterdam'a geçmenizi öneririm. Hem ekstradan birkaç şehir daha görmüş olursunuz, hem de seyahatinizi daha ekonomik, daha keyifli hale getirebilirsiniz. Köln Hbf, şehrin ana tren garı ve buradan birçok yere tren bulabiliyorsunuz.

Köln'deki ana yapı, yapımı 1200'lü ve 1800'lü yıllar arasında yaklaşık 600 yıl kadar süren Köln Katedrali. Şehir tabelalarında ve işaretlerinde kısaca Dom olarak takip edebilirsiniz. Köln veya Düsseldorf havalimanından trenle geldiğinizde Köln Hbf de inerseniz eğer Dom sizi muazzam görüntüsüyle karşılıyor.

Eğer müze gezmeyi seviyorsanız katedralden çıkıp nehire doğru yürürken büyük bir müze göreceksiniz. Ben ekstra vaktim olmadığı sürece pek müze gezmeyi sevmediğim için uğramadım ama siz uğrayabilirsiniz:) Hava da güzel olduğu için köprü üzerinde hafif bir yürüyüş yapıp nehrin öbür tarafına geçmek ve güneşin keyfini çıkartmak bana daha cazip geldi. Köprü boyunca yürürken, köprünün kenarındaki tellerin tamamının resimde gördüğünüz gibi küçük kilitlerle kaplı olduğunu göreceksiniz. Sevgilisiyle, eşiyle birlikte isimlerini kilitlerin üzerine yazıp buraya asmış çiftler. Biz önceden düşünemediğimiz için hazırlıksız yakalandık, asamadık kilidimizi :) Siz giderseniz unutmayın bari. Köln'deki kilit koleksiyonuna sizinki de eklensin mutlaka:)

Köln'le ilgili aklıma gelen bir diğer şey ise tabi ki bira. Genel olarak Almanya denince akla bira gelir illa ki ama Köln denince daha bir farklı. Zira Köln'nün kendine özgü Kölsch adında bir birası var. Olur da giderseniz eğer, bira içmek istediğinizde bira istediğinizi değil, Kölsch istediğinizi söyleyin. Usul böyle:)

Başta da dediğim gibi, Türklerin çok yoğun olarak yaşadığı bir şehir Köln. Yolda yürürken sağınızdan solunuzdan geçen üç dört kişiden birinin Türkçe konuştuğunu duyduğunuzda heyecan yapmayın o yüzden. Otel ve restorant çalışanlarının da birçoğu Türk olduğundan derdinizi rahat rahat anlatabilirsiniz.

Kısa bir tur sonrası aklıma gelenler bunlar. Bir gün sizin de yolunuz düşerse umarım yazdıklarım işinize yarar.

Sevgiler

24 Şubat 2013 Pazar

Hangi Arada Geldi Bu Bahar?

Pazar gününün verdiği rehavetle birlikte önümde yoğun bir hafta beni bekliyor olmasına rağmen kahve keyfini bitirip de çalışmaya başlayamadım henüz. Bir yandan kahve keyfi derken bir yandan da takip ettiğim bloglardaki güncel yazılara göz gezdiriyorum. Bir baktım ki meğer birçok yere bahar gelmiş bile. Çayırlardan toplanan çiçeklerin resimleri paylaşılmış. 

Benimse henüz bahar havasında dışarı çıkmışlığım yok bu yıl. Zira ben her çıkmaya kalktığımda ya yağmur ya da kar yağıyor. Keşke şu resimdeki gibi suyun kenarında bir çayıra atabilsem şimdi kendimi. Boylu boyuna uzansam saatlerce. Bir yanda dağ havası, bir yanda çayır çimen çiçek kokusu. Bahar kokuları...


İstanbul'daki güneşin aldatıcı olduğunu düşündüm hep Şubat ayına girdiğimizden beri. Zira geçtiğimiz yıl bütün Şubat ayı boyunca sürekli kar yağıyordu neredeyse. Fakat bu yıl arada geçen birkaç soğuk gün haricinde İstanbul'da Şubat ayı gayet bahar havasında  geçti. Şimdi bir de baktım ki Şubat bitiyor zaten bu hafta. Hangi arada geldi, hangi arada bitti ve hangi arada ilkbahar geliyor aklım almıyor. Doğuda hala kar var halbu ki. Avrupa'da da öyle. Sevdiceğin olduğu yerde de...

Bu hafta iş sebebiyle önce Beyrut'a gideceğim, daha sonra da haftasonu için Almanya'nın Köln şehrine gideceğim. Hava durumuna internetten bakıp ona göre hazırlık yapayım dedim. Aradaki uçurum vahim. Zira Beyrut'ta bu hafta için gündüz 23 - 26 derece arasında değişen güneşli bir hava durumu gösteriyor. Köln içinse 0 - 5 derece arasında değişen, yağmurlu ve karlı bir hava durumu. Anlaşılan Beyrut için gömlek ağırlıklı, Köln için de kazak ağırlıklı bir valiz hazırlamak gerekecek.

Ne yalan söyliyim, Beyrut'a gitmek hiç içimden gelmiyor. Gözümde büyüyor adeta. Zaman ilerledikçe kuvvetlenen hislerim o taraflara gitmek sözkonusu olduğunda ayaklarımı bir adım geriye doğru çekiyor. Tabi birlikte olunan insanların, koşulların yaydığı enerjilerin de çok büyük etkisi var bu hislerin oluşmasında. Hava güzelmiş, baharmış bir önemi kalmıyor insan sevdikleriyle olmayınca. Neyse, siz baharın keyfini çıkara durun, ben yine yollara düşüyorum...


19 Şubat 2013 Salı

Yalnizlar Sahilinde

Evet yalnizlar rihtimindan esinlendim basligi yazarken. Hem dinlemesini hem de soylemesini cok severim bu sarkiyi. Bu arada ilk defa telefondan bloguma post girmeye calisiyorum. O yuzden turkce harflerim bile yok.

Nerden geldi aklima durup dururken bu yalnizlar sahili?

Sadece beni cok yakindan taniyan bir  iki kisi bilir. Ara sira, bazen musteri ziyaretinden donuste, bazen evde bunaldigimda, bazen kendimi resetlemek istedigimde evimden cok uzak olmayan sahil kenarina gelir, arabami parkederim. Hava soguksa arabanin icinde oturup denizi, adalari seyrederim oylece. Hatta bazen uyuyakalabilirim bile. Hava guzelse de yururum. Uzun yillardir yaparim bunu. Ama kimselere demem. Benim yalnizligimla en rahat bulustugum ve huzur buldugum yer burasi. Belki evime yakin bir orman olsaydi, orayi mekan bellerdim kendime kimbilir.

Bugun yine is donusu icim de bulanikken hazir, bi ugrayayim mekanima dedim. Denizi seyrediyorum su anda. Ama itiraf etmem lazim ki telefondan yazi yazmak bana gore degil. Cok zor. 

Biraz yuruyeyim dedim, havanin ilimanligina aldandim ama ruzgar varmis meger, biraz yurudukten sonra farkettim. Tam o esnada bir de kedicik takildi pesime. gri bir tekir(keske fotografini cekseydim). Kedi basladi beni takip etmeye. Zipir zipir. Kedi mamalari arabamin bagajinda duruyor. O yuzden dondum geriye dogru yurumeye basladim. Kedicik de takip etti tabi. Bakan herkes bir laf atti illaki. Karisiyla yuruyus yapan amca "bak hanim kizimiz kedisini gezdiriyor" dedi mesela. Halbuki kendi kedimi buraya getirsem kacmadigi delik kalmaz, takip etmek bir yana dursun. En guzel lafi ise kayaliklarin uzerinde tek basina mangal yakan bi abi soyledi "her yalnizin bir arkadasi vardir abla". 

Dogru soze ne denir... Benim yalniz anlarimin, yalnizliklarimin en yakin arkadaslari hep bu kediler oldu. Evimde, bahcemde, yolda, sokakta, her zaman her yerde en cok onlar yanimda. Meleklerim onlar benim, nereye gitsem takip ediyorlar.

Bu kedicik beni arabaya kadar takip etti.  Ama ben daha mamasini veremeden arkadaslari cagirdi kacti gitti. Megerse ileride baska bir yerde mama koymus birileri toplasmislar onu yiyorlar. Neyse, bir obek mama da ben koydum. Afiyet olsun meleklere. Ama kimbilir geceleri ne yapiyorlar, nasil yatip uyuyorlar bu ruzgarin ortasinda. Kayaliklarin uzerinde kutular filan var, iclerine girip saklansinlar diye ama yine de yetmiyor ki. İcim sizliyor su hayvanlara. Ama elimden de daha fazlasi gelmiyor. Simdilik en azindan.

Bu sahilin bir ozelligi de, yalniz basiniza yuruyorsaniz veya arabanin icinde bile oturuyor olsaniz, etraftakilerin dikkatini ceker mutlaka ve izlerler sizi. Belki siz de onlari izlersiniz arada. Karsidaki bankta oturmus hararetli hararetli telefonda konusan amca kimbilir kimle hangi davasini konusuyor? Aksamin sogugunda yuruyuse cikmis iki teyze sıcacik evinden kendini sokaga atacak enerjiyi nerden buluyor? Yandaki minibusun icinde sevisip koklasan cift benden rahatsiz oluyor mudur acaba?(hatta rahatsiz olmasinlar diye ozellikle onume bakiyorum kafami cevirmeden)....gibi bircok sey gelip gecebilir insanin aklindan.

Iste yalnizlar sahilinden manzaralar bunlar. Onumde cimenlik, biraz arkasinda kayaliklar, sonra deniz, karsi kiyida adalar, sag tarafimda sevisen bir cift, sol tarafimda yuruyen teyzeler. Biraz otede mangal yakmaya calisan abi. Ve her ordan oraya kosup ziplayan kediler. Seviyorum ben burayi...

14 Şubat 2013 Perşembe

Sevgililer Gününüz Kutlu Olsun

Her ne kadar saçma bir gün olursa olsun, belki de sevgisini pek sık dile getirmeyen insanlara sevgilerini, sevgililerini hatırlayıp, küçük bir öpücük kondurması ve seni seviyorum demesi için bir fırsat olarak değerlendirebilir bu gün.

Sevgililer derken, sevgili, eş, dost, anne, baba, kedi, köpek...kimi sevgili gibi yakın görüyorsa insan, onu düşünebilir. Ben sabah uyanır uyanmaz sağ tarafımda yatan kedimin sevgililer gününü kutladım mesela:) Sonra sevdiceğimin, sonra annemle kutlaştık. Sonra da birkaç dostumla. Sevgi gibi bir duyguyu paylaşmaktan daha güzel ne olabilir ki. Bunun için de her fırsatı, her günü değerlendirmek lazım.

Hediye alınmasını gerek görmüyorum bu günde. Ama malum Türk erkekleri zaten öyle sık sık çiçek alan insanlar değil(alanlara sözüm yok) o yüzden en azından bu günü fırsat bilip sevdiklerini ellerinde bir çiçekle karşılayabilirler. 63 yaşındaki babam bunu yapabiliyorsa, genç delikanlıların bir bahane uydurmaması lazım sanırım. 

Günün anlam ve önemine istinaden gençlik yıllarımdan bir şarkıyı paylaşmak istiyorum. Sevgi gibi yeryüzündeki en yüce duyguyu birbirleriyle paylaşmasını bilen tüm sevgililer için olsun bu şarkı. En çok da uzaklardaki sevgili için...


Sevgiler...

1 Ocak 2013 Salı

Mutlu Yıllar!

Yeni yılın bu ilk gününün sabahının ilk saatlerinde penceremden görünen manzara...

Polonya'nın Slovakya sınırına birkaç kilometre uzaklıktaki Krynica bölgesinde yer alan Tylicz adında bir köy burası. Dağların arasında kalması sebebiyle özel bir iklime sahip. Şehir merkezlerinde hava sıcaklığı 5 derece civarında olmasına rağmen, burada gece eksi onaltı dereceye kadar düştü bu geçtiğimiz günlerde. Bu ikliminden dolayı kayak turizminin hareketli olduğu bir yer. Polonya'da asıl kayak turizminin gözdesi Zakopane adında bir bölge aslında. Fakat yeni yıl döneminde adım atılamayacak kadar kalabalık olabiliyor o bölge. O yüzden Tylicz gibi daha ufak çaplı yerler kalabalıktan kaçanların uğrak noktası oluyor.

Yeni yılı ikinci kez Polonya'da karşılıyorum. Geçen yıl şehir merkezinde olduğumdan sebep hiç kar görmemiştim. Ama bu yıl kara doydum. Çocukluğumdan beri bitmek tükenmek bilmeyen kar sevdam beni buralara kadar getirdi herhalde. 

Bu arada kayak yapmayı da denedim. Ama olmadı, beceremedim. Dizlerimdeki rahatsızlık yüzünden çok zorlayamadım şimdilik. Biraz sinirlendim biraz da üzüldüm bu duruma. Ama yapacak bir şey yok. Daha kötü şeyler olmasın yeter ki hayatımda. Son birkaç yılda biraz yürüyerek, biraz yüzerek, biraz bisiklete binerek bacaklarımı çok güçlendirdim aslında. Ama demek ki kayak yapacak kadar güçlenmemiş henüz :) Demek ki daha çok çalışmam gerekiyor. Yeni yıl hedeflerimden bir tanesi de bu. Daha çok spor yapıp, vücudumu ve bacaklarımı daha çok güçlendirmek.

Olumsuzluklar bir yana dursun, en güzel olan şey, insanı her koşulda sevip kucak açan, koşulsuz bir şekilde güvenebildiği bir canın olması hayatında ve o canla birlikte yeni hayallerle yeni bir yılı karşılaması.

Dilerim 2013 tüm güzel dostlara sevginin sonsuzluğunu, huzurunu, bereketini getirsin. Hayatımızdan sevgi hiç eksik olmasın. Sevginin bereketiyle kurduğumuz hayallerimiz hayatın akışında gerçekliğini bulsun.

Hepimize Mutlu Bir Yıl Olsun!