29 Kasım 2010 Pazartesi

SONBAHAR'DA SİVAS

Toprak gerçekten çekiyor.

İster o topraklarda büyüyün, ister büyümeyin, hiç fark etmiyor, toprak bir şekilde çekiyor. İçinizde o toprakların büyüsü, kokusu varsa tabiki...

Annemin, babamın, anneannemin, babaannemin, dedelerimin, amcalarımın, halalarımın doğup büyüdüleri topraklar...onların verdiği nasihatlerle, öğretilerle büyümüşken, onların ninnileriyle, türküleriyle uyuyup onların yemeklerini yiyerek büyümüşken o topraklar nasıl çekmesin beni.



5 yıl öncesine kadar her ne kadar bir köyümüz olduğunu bilsem de orada evimiz olmadığı için gidip gelmezdim. Sadece bir kere 11 yaşındayken gitmiştim, çocuk aklımla bir türlü rahat edemeyip nasıl kaçacağımı şaşırmıştım.

5 yıl önce ailecek karar alındı ve oraya bir ev yapıldı, o evin yapılışı bir dönüm noktası gibi oldu. O ev yapıldıktan sonra, yıllardır gitmediğim köyüme tekrar gittiğimde o zaman daha iyi anladım o toprağa ait olduğumu, o kokuyla bütün olduğumu. Şimdi ise, her fırsatta o toprak beni kendisine çekmek istiyor. Her fırsatta kaçmak istiyorum şehrin gürültüsünden, kalabalığından, samimiyetsizliğinden, pis kokusundan, kirli havasından, o tertemiz ot kokusunun olduğu, ailemin geçmişinin olduğu köyüme.

Kalabalık ailelerde yaşayanlar bilir, bir gün düğün haberi gelir, bir gün doğum haberi, bir gün ölüm haberi. Kimi haber sevindirir, kimi haber üzer, adına hayat denir, geçilir. Üzülsek de sevinsek de üç gün yaşayıp gideceğimiz bir dünyada olduğumuzun farkına varılır bir şekilde.

Sivas'ıma en son gidişim, yine üzücü bir haber vesilesiyle oldu. Kader diyoruz, kısmet diyoruz, Allah'tan hayırlısı hepimiz için. Ama yine de oranın o kokusu var ya, o tertemiz ot kokusunu içime çektim ya, sanki bir başka döndüm buraya. Gelirgelmez hasta olmama rağmen, kendime geldiğimde farkettim ki, belki de o doğa kokusunun sayesinde bu hastalığı da atlattım. Hastalığımda yiyebildiğim üç beş yemeğin hepsi de annemin ellerinden yapılmış köy yemekleriydi.



Hep yaz mevsiminde gitmiştim şimdiye kadar köye, sonbahar'da hiç tatmamıştım tadını. Meğer daha bir güzelmiş bu mevsimde. Güneş batar batmaz buz gibi olan havayla birlikte yakılan sobaları özlemişim. Hele o sobanın içindeki fırında yapılan patatesler...bir patates bu kadar mı keyifle yenir!
Oradaki doğallığı çok seviyorum, her gidişimde büyülenip, tekrar gideceğim günü hayal ediyorum. Kim bilir bir sonraki gidişim ne zaman olacak, bu şehir telaşında, iş güç koşturmacasında kim bilir ne zaman bir daha fırsat olacak.

Yine sonbahar olsun istiyorum. Yazın çok sıcak ve çok kalabalık, kışın çok soğuk, öyle soğuk ki musluklardan su bile akmıyor, hani şu meşhur Sivas soğuğu, insanın kanını donduran.

En güzeli sonbahar'da gitmek, daha sessiz, daha huzurlu, daha özgür...

SİYAH MI BEYAZ MI?

Bir şey ya vardır ya yoktur.

Herşey aslında bu kadar basittir.

Ya var, ya yok.

Yani aslında ya siyah, ya beyaz.

Hani insanlara sorarlar ya “ kendinizde en beğendiğiniz yönünüz nedir” diye. Benim bu soruya verecek birçok cevabım var ama, en çok vermek istediğim cevap, kararlı ve net oluşumdur. Bununla birlikte, kararsız ve net olmayan, belirsiz olan herşey, herkes, her durum beni rahatsız eden en büyük varlıklardır. Bir durum varsa, bir istek varsa, biraz düşünülür, karar verilir ve uygulanır. Bu kadar basit. Gereksiz, boş yere uzayan her süreç, vakit kaybından başka bir şey değildir.

Kararlıyım, her konuda. Belki de kendimi iyi tanıdığım için. Ama en önemlisi bence, ne istediğimi ve ne istemediğimi iyi bildiğim için. Evet ben boş durmadım, 30 senelik hayatım boyunca bir zahmet ne istediğimi, ne istemediğimi belirledim.

Ne istediğim belli
Ne istemediğim belli
Öyleyse sorun ne?
Hiçbirşey
Doğrularımla, yanlışlarımla, zamanın getirdiğine göre yaşıyorum, anlık gereken kararlarımı veriyorum ve ilerliyorum.

Güzel...
Benim için bir sorun yok.
Peki insanlar neden kararsız?
Neden hep gri renklerde dolaşıyorlar?
Neden bu grilikler yüzünden hep söyleniyorlar?
Farkındalar mı acaba, kendi kararsızlıkları, belirsizlikleri, dengesizlikleri, beceriksizlikleri yüzünden başkalarının hayatı etkileniyor?
Şikayet topu gibi yuvarlandıklarının farkında değiller mi?

Hastalıksa eğer bu, başlarım hastalığınıza demek istiyorum, gidin tedavi olun ondan sonra sokaklarda dolaşın!

Bu kadar rahatsız oluyorum gerçekten. Gün geçtikçe büyüyen bir hastalık sanki, mutsuzluk hastalığı gibi kararsızlık hastalığı.
Korku mu?
Bilmezlik mi?
Cehalet mi?
Kendini hala bir çizgiye oturtamamış olmak mı?
Renk körlüğü mü yoksa?

Sevgili güzel insanlar,
Severim sizi bilirsiniz, gayet hümanist bir insanım
Ama sabrımı taşırmayın
Ne istediğinizi bilin
Ne istemediğinizi de bilin
Çalışmak istiyorsanız çalışın, istemiyorsanız çalışmayın
Evlenmek istiyorsanız evlenin, istemiyorsanız evlenmeyin ona göre yolunuzu çizin
Yemek yemek istiyorsanız yiyin, istemiyorsanız yemeyin
Kilo vermek istiyorsanız oturun diyet yapın kilo verin, memnunsanız yemeye devam edin
Şikayet edip durmayın, söylenip durmayın kararsızlıklarınız belirsiz istekleriniz yüzünden
Yazık günah, size de yazık, etrafınızdakilere daha da yazık
Koskoca insanlarsınız. Ya şundadır ya bundadır der gibi, bir kararsızlık yüzünden sayfalar dolusu yazılar yazıp çizeceğinize, saatlerce telefonda konuşup çevrenizdekilerin kafasını şişireceğinize, oturup yarım saat belki de adam akıllı sakin kafayla düşünseniz gerçekten, değerlendirseniz kendinizi, bilseniz ne istediğinizi, o zaman çizeceksiniz yolunuzu. Ha yoldan çekilmesi gerekenler varsa, bir zahmet cesaretinizi toplayıp onları da çıkartacaksınız yolunuzdan.

Yeter ki karar verin.

Yoğurdun ne renk olduğuna karar vermeniz gerekiyorsa, günlerce bunun üzerine vıdı vıdı yapacağınıza, söylenip söylenip kafa şişireceğinize, oturup düşünün karar verin, gerekirse “siyah” deyin. Yeter ki kararlı olun ve kararınızın arkasında durun.

Süründürmeyin kararsızlığınızda, belirsizliğinizde kendinizi de sevdiklerinizi de sevmediklerinizi de...


25 Kasım 2010 Perşembe

Mim var dediler geldim :)

Uzun bir süredir uğrayamadım buralara. Uğrasam bile ancak beş dakikalığına şöyle bir bakıp çıkmalar için geldim gittim, şimdi bir geldim gördüm ki, mimlene mimlene bir hal olmuşum.

Sevgili deepblueagle, holywitch, Lütfi MUTLUER ve ilknur beni mimlemişler. Sağolsunlar varolsunlar. 20 tane sorunun olduğu anket gibi bir şey, eğlenceli olabilir diye düşünerek deniyorum doldurmayı haydi bakalım hayırlısı...

1-En sevdiğiniz kelime: Can
2-Nefret ettiğiniz kelime: Bakarız
3-Ne sizi heyecanlandırır: Seyahat, doğa, müzik. Hele hepsi bir aradaysa tadından yenmez
4-Heyecanınızı ne öldürür: Hastalık gibi zaruri şeyler dışında hiçbir şey öldürmez
5-En sevdiğiniz ses: Ud sesi, kemençe sesi, kuş sesi, kedi sesi
6-Nefret ettiğiniz ses: Ağız şapırtısı (Mesela bu da heyecanımı öldürebilir kısmına yazılabilirdi, o kadar hassasım yani, lütfen şaplatmayın ağzınızı yemek yerken güzel insanlar)
7-Hangi mesleği yapmak istemezsiniz: Çöpçülük
8-Hangi doğal yeteneğe sahip olmayı isterdiniz: 5 oktavlık bir sesim olsa ve yeryüzündeki bütün enstrümanları doğuştan çalabiliyor olsam benden mutlusu olmazdı herhalde.
9-Kendiniz olmasaydınız kim olmak isterdiniz: Müzeyyen Senar
10-Nerede yaşamak isterdiniz: Yazın Sivas-Erzincan bölgesi, kışın Muğla-Aydın bölgesi
11-En önemli kusurunuz: Düşünmek
12-Size en fazla keyif veren kötü huyunuz: Her gün 5 fincan kahve içmek
13-Kahramanınız kim: Süpermen (süpermen süpermen olmak lazım bazeen)
14-En çok kullandığınız kötü kelime: Oha
15-Şu anki ruh haliniz: Huzurlu
16-Hayat felsefenizi hangi slogan özetler: Az laf çok iş (a little less conversation, a little more action)
17-Mutluluk rüyanız: Denizin, doğanın, kuş seslerinin, müzik seslerinin, çocuk seslerinin, huzur-sevgi dolu bir ailenin, dostların bir arada olduğu bir hayat.
18-Sizce mutsuzluğun tanımı: Sevginin, müziğin, güzel bir ailenin, güzel dostların olmadığı, etrafımda bir tek ağacın bile kalmayıp heryerin bina haline geldiği, duyabildiğim tek sesin araba sesleri, kavga sesleri olduğu, çocukların, hayvanların sevilmeyip kötü davranıldığı bir dünyada mutlu olmam imkansız olurdu.
19-Nasıl ölmek isterdiniz: Bu dünyadaki bütün görevlerimi yerine getirmiş bir şekilde
20-Öldüğünüz zaman cennete giderseniz Allah'ın size ne söylemesini istersiniz: Artık dinlenme vakti, huzur içinde dinlenebilirsin güzel kızım.

Ben de birkaç kişiyi mimleyeyim...

Herkese sevgiler, saygılar, kolaylıklar...

7 Kasım 2010 Pazar

GECELER

Atalarımız demiş ki, gündüzün şerri gecenin hayrından iyidir.

Her söyledikleri sözde haklılık payı çok yüksek olan sevgili atalarımız bu konuda da bir bildikleri varmış ki bu lafı etmiş olsa gerek.

Kapkara bir örtü kaplıyor gökyüzünü gece vakti, hiç aydınlıkla bir olur mu karanlık?

Kendimi bildim bileli, karanlık korkum var, yenmek için uğraşmadığım bir korku bu. Uğraşmıyorum evet, çünkü korkmalı insan karanlıktan, normal olanı bu bana göre. Herşeyi gizleyen, örten karanlık...kimbilir ne sırlarla dolu da, içini açıp bakamıyoruz, öyle karanlık ki, bakmak istesek de göremiyoruz...

Öyle tuhaf bir gücü var ki bu karanlıkların, gökyüzünü örtüp gündüzün aydınlığını gönderip milyarlarca insanı uykuya gönderiyor. Kilitliyor adeta hepimizi. Kilitlenmeyenler ne yapıyor peki?

Kronik hastalığı olanların en şiddetli atakları, sancıları, sızıları en çok geceleri depreşir hep. Karanlığın gökyüzüne çökmesi yetmezmiş gibi, bütün vücuduna çöküverir insanın, üstelik zaten hastalıktan canı yanmış, takati kesilmişken bünyenin. Biraz uyuyup dinleneyim, günün yorgunluğunu atıp, ertesi güne zinde uyanayım diye yattığı yatağından, ağrıları, sancıları kaldırır zorla. Saatlerce dua eder, yeni gelen gün aydınlığıyla birlikte sancı çeken bünyeye de bir parça aydınlık getirsin diye.

Örneğin, benim 8 yaşımdan beri eksik olmayan sevgili aftlarım, beni en çok geceleri ziyaret ediyor. Sorunsuz geçirdiğim bir günün ardından, yatağıma yatıp uyuyup dinlendiğimi sandığım bir gecenin sabahında, bir bakıyorum ki 6 tane güzelim aft beni ziyarete gelmiş, en kocaman haliyle. Hani şu ağzında 1 tane çıktığında çoğu insanın günlerce sızladığı, ağladığı, ortalığı birbirine kattığı aftlardan. Gündüzün verdiği enerjiyle, telaşesiyle, koşturmacasıyla, biraz da mecburiyetlerin yarattığı hırsla, o yaraların verdiği acıyı düşünmeden, en azından geri plana atmayı becerip, akşam ediyorum bir şekilde. Amma ve lakin gece vakti gelip odama kapandığımda, işte o zaman yüzleşiyorum onlarla. Bu böyle sürüp gidiyor her ziyaretlerinde...

Bu küçük bir örnek tabiki. Yakınında daha büyük hastalıklarla uğraşanlar bilir, gecelerin ne kadar zor, ne kadar ağır olduğunu o insanlar için.

Sadece hastalık mı?

Bütün çaresizlikleriyle, hüzünleriyle, üzüntüleriyle, acılarıyla, yaralarıyla, ümitsizliğiyle yüzleşir insan, kalbine çöken karanlığın kasvetiyle.

Çaresiz bir aşık en çok ne zaman ağlar, ne zaman en çok yanar içi?

Kafasını yastığa dayadığı anda başlar içindeki acı şiddetlenmeye. Ne kadar yorgun olursa olsun, girmez o gözüne uyku bir türlü.

Kiminin içi acır çekip giden sevdiceğe
Kiminin içi acır ağlatan, üzen, anlamayan sevdiceğe
Kiminin içi acır belki de bırakmak zorunda olduğu sevdiceğe
Kiminin içi acır yıllardır yüreğinden atamadığı, ama karşılık bulamadığı sevdiceğe
Bir güzel sözün yıllarca hayalini kurup, elinde kalan hayal kırıklıklarına
Kiminin içi acır akıp giden yıllara, boş hayallere, yorgun bedenine, ruhuna
Ne sebepten acıyorsa acısın, geçmez o acı, iki göğsünün ortasına yapışır kalır adeta. Ne gözüne uyku girer yorgun bedenin, ne de yaşı diner yorgun gözlerin.

Velhasıl ağırdır geceler, zordur. Adına şarkılar söylenir türlü türlü. Zaten öyle ağırdır ki, ne kağıda dökülen kelimeler, ne ağızdan çıkan sözlerle anlatamaz insan. Şarkılar hissettirebilir bu ağırlığı ancak, gece vakti dilimize takılan umarsız şarkılar...

Doğan Canku'nun en sevdiğim şarkısıdır Gecelerim. Bir yandan bu şarkıyı dinlerken, bir yanda sözlerini de paylaşarak bu geceye nokta koyuyorum, derin, huzurlu uykumla buluşmak üzere...


  
Güneşin alevden saçları
Aşınca karşıki tepeden
Gölgeler sarar yamaçları
Ürkerim gelecek geceden

Bütün dertler beni bekler
Yatağımın başucunda
Esir kalır hep dilekler
Kaderimin avucunda

Teselli etmiyor gönlümü
Ne yıldız ne de ay bu gece
Beklerim hasretle günümü
Yalvarıp göklere her gece