21 Mart 2015 Cumartesi

HOŞGELDİN BAHAR


Bilenler bilir, adımın da Bahar olmasının etkisiyle ben her Bahar’ın gelişinde içim kıpır kıpır olur heyecanlanırım. Doğanın uyanışı adeta doğum günüm hissi verir bana. Tabiat ananın uyanıp yeniden doğduğu gün benim de doğum günüm olur.

Tevekkeli değil asırlardır bu günü birçok medeniyet bayram ilan edip şenliklerle kutluyor. Soğuğun şiddetinden, karanlığın kasvetinden yorulan doğanın yeşile dönüp aydınlanışını danslar eşliğinde kutluyor insanoğlu Anadolu topraklarında. Adına da “nevruz” diyor. Daha doğrusu biz bunu Türkçe’ye nevruz olarak çevirmişiz. Kelime aslında eski Farsça’dan geliyor. Yeni anlamındaki “neva” gün ışığı anlamına gelen “rəzaŋh” ile birleşerek bugünkü Farsça’da noruz olarak anılıp “yeni gün/gün ışığı” anlamına gelen kelimeyi oluşturuyor. Bu kelimeye biz nevruz diyoruz, Azerbaycanlılar novruz diyor, kürtler newroz diyor vs. Sonuçta hepsi bir yerden geliyor ve aynı şeyi ifade ediyor; doğanın yeni gün ışığıyla uyanışını… Bu yeni gün ki, Bahar’ın ilk günü.

Ayrıca bazı eski takvimlerde yılın ilk günü olarak kabul edilmiş bu gün.  Astrolojide de zodyağın ilk burcu olan Koç burcunun başladığı gün olmasından sebep astrolojik yılın başlangıcı olarak kabul ediliyor. Hatta bugün dünya astroloji günü olarak kutlanıyor.

Bizim ülkemizde ise malum devlet politikaları sebebiyle bayram olarak kutlanması gün be gün gelenekten çıkıp zaman içerisinde adeta kavganın simgesi haline gelmiş. Senin bayramın benim bayramım diye ayrı düşürülmüş.  Bahar bayramının seni beni mi olur halbuki? Cemre düşmüş, tabiat ana uyanmış, kırlar yeşile boyanmaya başlamış, gökyüzünün mavisiyle dağların ihtişamı buluşmuş ama biz kavgaya tutuşmuşuz.  Kavganın sebebi her ne olursa olsun kim olursa olsun, ki bir kavga varsa hiçbir taraf masum değildir, bu kavga doğanın bize sunduğu aydınlığı karartma hakkına sahip değildir.

Şu sıralar çok sık dinlediğim İran’lı bir müzik grubu var, aynı bizim Kardeş Türküler’e benzeyen bir grup. Bu grubun icra ettiği ve yazının sonunda paylaştığım Nevruz adlı çalışmaları bahsettiğim kavganın ne kadar gereksiz olduğunu hatırlatıyor bana her seferinde. Bu paylaştığım çalışmada hem Farsça, hem Kürtçe hem Türkçe(Azerbaycan Türçesi) Bahar ve Nevruz Türküleri coşku içinde seslendiriliyor. Zaten baştan sona dinlerseniz sık sık “bahar” kelimesi geçiyor.(Bahar kelimesi de zaten Farsça bir kelime). Ben her dinleyip izlediğimde içim kıpır kıpır oluyor ve bu topraklar üzerinde yaşayan her insanın aslında kardeş olduğunu, diller farklı olsa da duyguların aynı olduğunu, aynı şeyleri paylaştığını hatırlıyorum, tıpkı türküler gibi. İstiyorum ki bu kardeşliği tek bir kişi bile unutmasın. Unutmasın ki değişen devlet politikaları, her gün değişen uygulamalar, kendi çıkar ve hırslarından başka hiç bir şey düşünmeyen örgüt&devlet liderleri, bizleri birbirimize düşman edemesin. Her Bahar Bayramı kavgayı değil kardeşliği hatırlamamıza vesile olsun. Kutlu olsun! Mutlu olsun! Selam olsun Bahara! Newroz piroz be!
 

 

23 Şubat 2015 Pazartesi

KADIN OLMAK


Çok zor kadın olmak, çok.

Sadece bu ülkede değil, her yerde zor. Ama burada daha da bir zor sanki. Daha çocuk yaşta başlıyor onu yapma, bunu giyme, oraya gitme, şununla konuşma, bununla gezme, şöyle yapma, böyle deme ve benzeri yapma etmeler. Bu yapma etmeli cümlelerin erkek için kullanılan tek hali ise terli terli su içme oğlum olur ancak. Hani futbol oynar da terlerler ya ondan.

Baktığında ailelerimiz hep bizi korumak için böyle yetiştiriyor. Evet doğru, ortamı göz önünde bulundurunca korumak da gerekiyor belki ama ortamın böyle şekillenmesinde erkeğin kadından bu kadar farklı yetiştirilmesinin payı çok değil mi? Kadının daha çocuk yaşta önüne “yapma” “etme”ler dizilirken, erkeğin önünün bu kadar açılması baştan uçurum yaratmıyor mu?

Abine su götür kızım, kahvaltı hazırla kızım. Daha 6-7 yaşındayım halbuki. Abimse benden beş yaş büyük. Benim mantığıma göre küçük olduğum için abimin bana yemek hazırlıyor olması lazım. Ama sistem böyle demiyor. Sistem kadın yapar diyor. Hele o kadın bir de küçükse hiç kaçarı yok. Ki bu sadece benim mütevazi, nispeten Türkiye genellemesine göre daha rahat yetiştiğim ailemden ufak bir örnek.

Yaş biraz daha ilerleyince abi bir yandan anne baba bir yandan başlarlar o eteğin boyu ne Bahar, ne öyle kolların çıplak çıplak geziyorsun Bahar, neredeydin bu saate kadar Bahar, erkeklerle oynama Bahar. Bahar da Bahar. Ama erkeğe söylenen tek şey, bu ne kadar ter oğlum, terli terli bari su içme oğlum. Dediğim gibi bu sadece ufak bir örnek çocukluğumdan hatırladığım kadarıyla. Kaldı ki ben şanslıyım, ailemdeki bütün kadın karakterleri güçlü olduğu için otomatikman kadına saygı gösteren bir sistem var bizim ailede. Ama yine de kadın onu yapmaz kadın bunu yapmaz kadın şöyle oturur şöyle kalkar kalıplarından kurtulamamış bizimkiler Anadolu insanı olarak.

Şimdi düşünüyorum da babanın anneyi dövdüğü, hor gördüğü bir evde büyüyen bir erkek çocuk büyüdüğünde kadınla ilgili nasıl bir kanıya sahip olur? Bir de üstüne kendi de dayak yiyorsa…

Kız çocuğuna özel kurallar konan bir evde büyüyünce erkek çocuğu da bu kuralları benimsemiyor mu en başından karşı cins için? Sonra ileriki hayatında bilinçaltında mini etek giyen, askılı bluz giyen kadın orospudur ya da kaşardır gibi bir kalıp olarak çıkıyor karşımıza. Sokağa çıkıp 100 tane erkeğe sorsak, mini etek giyen kadın hakkında ne düşünüyorsun diye, en az 90’ından buna benzer şeyler duyacağımıza şüphem yok. Çünkü böyle öğretiliyor. Önce evde sonra okulda. Koskoca liseli kızlardık, etek boyu kontrolü yapılırdı her sabah sınıflara girmeden önce. Eteği diz üstü olan kızlar cezayı yerdi bi güzel. Ama bir kıza oğlanın biri laf atsa ona ceza veren bir sistem yok. Hangi akılla mantıkla açıklanabilir ki böyle bir ayrım?

Akşamın bir vakti sokakta tek başına dolaşan kadın da yolludur zaten şeklinde ayrıca yoğun bir kanı olduğuna eminim. Kimse bunu dillendirmez belki ama bilinçaltında yatar içten içe. O yüzden o minibüs şoförü gencecik güzelim kıza saldırma hakkını görür kendinde bir an gaza gelerek. Bugün Özgecan yarın başka bir genç kız olarak çıkar karşımıza. Her gün 3. Sayfa haberlerinde gördüklerimiz cabası.

Her gün karşılaştığımız acı ve şaşkınlık dolu onlarca haber aslında sapık düşüncelerle kurallarla yetiştirilmişliğimizin, şiddete meyilli oluşumuzun, erkek yapar ama kadın asla yapamaz diye beynimize yerleştirilmiş tabuların bir yansıması. Ne zamanki şiddetten ve kadın-erkek ayrımından uzak, sapıkça tabulardan uzak, incelikle nezaketle yetiştiririz yeni nesilleri, ancak o zaman rahat bir nefes alabiliriz kadın olarak. belki. Ne zaman ki küçük kız çocuklarına kapat oranı gösterme ayıp ama erkek çocuğuna göster pipini amcalara evladım yüzsüzlüğünden vazgeçeriz, kız çocuğuna ne giymesi gerektiğini değil de erkek çocuğuna kadınlara karşı nasıl davranması gerektiğini, nerede durması gerektiğini öğretiriz, ancak o zaman bir arada huzur içinde yaşayabiliriz. Aksi takdirde pembe otobüs de yetmez, ülkeyi pembe mavi diye bölsek ancak kurtarır.  

Ha benim ümidim var mı derseniz, maalesef yok. Sadece çok üzgünüm.  

25 Ocak 2015 Pazar

Beni Sarar Melankoli


Öyle bir melankoli haliyle başladım ki 2015’e, şu satırı yazarken bile bir yandan kafamda deli düşünceler kol geziyor. Yazayım da rahatlayayım tarzında sabit bir düşünce olsa kolay iş. Ama öyle değil. Bildiğin jet hızıyla yüzlerce düşünce gelip geçiyor sürekli aklımdan.
Sanırım hepsi 2015 eksi 1981 işleminin sonucunun 34 olduğunu fark etmemle başladı. Yeni yıla girerken yeni yaşıma da hazırlık yapayım bari düşüncesiyle çıktı tabi bu işlem. Sonra da olan oldu. Sanırım bir nevi 35 yaş sendromuna girdim.

Çocukluk fotoğraflarıma bakıp bakıp ağlıyorum. Öyle böyle ağlamak değil hem de, hüngür hüngür. Tam olarak neye ağlıyorum belli değil. Geçip giden zamana mı, yaşlanıyor olmaya mı, yaşanmışlıklara mı yoksa yaşanamamışlıklara mı…bilmiyorum. Bir burukluk bir melankoli hali işte.

Aslında melankoli benim hayatımda hep vardı. Küçüklük fotoğraflarıma bakınca daha bir hatırladım. Hep bir hüzün vardı üzerimde çocukken bile. Mutsuzluk değil bu başka bir şey. En mutlu olduğum anlarda bile yaşanan bir “hüzün” bir “burukluk”. Şimdi gün geldi çattı 34 yaşıma geldim, hazır 35 yaş sendromuna da girmişken bu hüzün tarafımla yüzleşmeye koyuldum.

Küçükken yazın ortasında sandıktan kazaklarımı çıkarır giymeye çalışırdım annem algılayamazdı. Bunu yapma sebebimse kışı özlüyor olmamdı. Halbuki yazı çok severdim, sürekli denize girer çıkmak bilmezdim (hala öyleyim) çok mutlu olurdum, ama bir şekilde kışı tamamen geride bırakmış olmak beni hüzünlendirirdi, sanki kış bir daha hiç geri gelmeyecekmiş gibi. Aynı şeyi kışın da yaz mevsimi için yapardım. Yazlık tişörtlerimi çıkarır giyerdim anne ben yazı özledim diyerek.
Şimdi artık büyümüş olmanın farkındalığıyla ne yazın kışı ne kışın yazı özleyip hüzünlenmiyorum. Ama bu sefer de farklı hüzünler oluyor elbet. Yeni yılı karşıladığım yabancı ülkede kendi ülkemde olmadığım, sevdiklerimden uzak olduğum için hüzünleniyorum mesela, ama dönünce de oradan uzak olduğum için, oradaki sevdiklerimden uzak olduğum için... Sonra sorgular halde buluyorum kendimi. Nereye, neye aitim ben diye. Yaza mı kışa mı? Oraya mı buraya mı? Peki acaba bunun bir önemi var mı? İnsan illa bir yere ait olmak zorunda mı?

Belki zorunda değildir ama insan ait olma ihtiyacı duyuyor bir şekilde bir şeye bir yere.  Belki de benim hayatım boyunca hüzün diye adlandırdığım şey, eksik, tamamlanmamış bir duygu. Ne aileme, ne doğup büyüdüğüm yere, ne ailemin geldiği yere, ne başka bir ülkeye, ne arkadaşlara, ne müziğe, ne yaptığım işe… hiçbirine hissetmediğim aidiyet duygusu. Hepsine olan sonsuz sevgimle kendimi hiçbirine tam olarak ait hissetmeyişimin arada kalmışlığı…

Evet arada kalmışlık… Yaz ile kış mevsiminin arasında, gece ile gündüzün arasında, aile ile sevgili arasında, iş ile aşkın arasında, gurbet ile sıla arasında, hep arada, her şey arada. Hiçbir şey tam değil o yüzden. Hep bir eksik. Hep bir yalnız. Hep bir melankoli…

Tam da Sabahattin Ali’nin dediği gibi;
Ne bir dost ne bir sevgili
Dünyadan uzak bir deli
Beni sarar melankoli