16 Şubat 2014 Pazar

ALMANYA'DA KÜÇÜK BİR ŞEHİR - BURGHAUSEN



 Bundan tam 3 yıl önce bir iş seyahati için gittiğimde tanıdığım küçücük minicik bir şehir Burghausen. Bir haftalık bir seyahat organize edilmişti gittiğim zaman fakat daha önceden aynı yere gidenler seyahati mümkün mertebe kısaltmam konusunda bana tavsiyeler veriyorlardı. Sebebi ise şehrin adeta bir kasaba ve çok sıkıcı bunaltıcı bir yer oluşu idi. 

Ne gitmeden önce ne de gittikten sonra hiçbir sıkıcılığını hissetmedim ben bu şehrin ya da kasabanın, siz hangisini derseniz deyin. Belki de sevimli bir ruhu olan küçük yerleri seviyorum ondandır. Yeter ki bir ruhu olsun gidilen yerin, her şekilde farklı bir keyif alınabilir bence. Ayrıca gitmeden önce bilmediğim ancak gittikten sonra farkettiğim farklı bir yanı daha vardı benim için özel olan ve burayı özel kılan. Bu yüzden benim için özel bir anısı olan bu şehire geç de olsa blogumda yer vermek istedim.

Başta da dediğim gibi çok küçük bir yer Burghausen. Almanya'nın Altötting denen bölgesine ait yaklaşık 17.000 nüfuslu bir şehir. Avusturya sınırında Salzach nehrinin kenarına kurulmuş şehrin en önemli yapısı ise Burghausen kalesi. 1.043 metre uzunluğu ile Avrupa'nın en uzun kalesi ünvanına sahip.

Şehir tam tamına Avusturya sınırında bulunuyor. Kıyısında bulunduğu Salzach Nehri boyunca biraz yürüyünce Avusturya topraklarına varıyorsunuz. Zaten Avusturya'nın ünlü şehirlerinden biri olan Salzburg buraya 50 kilometre kadar uzaklıkta bulunuyor. Yani olur da Salzburg'a gider ve farklı bir şehir daha görmek isterseniz birkaç saatliğine Burghausen'a uğrayıp, nehir kenarında yürüyüp, kaleyi gezebilirsiniz. Bu arada şimdi hatırlıyorum da ben gittiğim zaman her yer kar altındaydı ve ben karı çok severim. Bunun da etkisiyle ayrıca bir huzurlu gelmişti sanırım burası bana.

Bizim Türk insanının kasaba olarak küçümsediği bu küçük şehir her yıl Mart ayında bir hafta süren bir Caz festivaline ev sahipliği yapıyor. Caz haftası olarak adlandırılan ve bu yıl 45'incisi düzenlenecek olan etkinlik 25-30 Mart 2014 tarihlerinde gerçekleşecek. İlginizi çeker ve o tarihlerde bir Almanya-Avusturya seyahati planlarsanız bu etkinliği de ajandanıza ekleyebilirsiniz. Festival programı ve daha detaylı bilgi için www.jazzwoche.com adresini ziyaret edebilirsiniz.

 

5 Şubat 2014 Çarşamba

"Gebersin Pezevenk"

Bugün hiç aklımdan çıkmadı bu söz.
 
Asıl düşündürücü olansa nereden aklıma geldiği, durup dururken gelecek değil ya.
 
Haziran 2013'de Eskişehir'de polisler tarafından dövülerek öldürülen 19 yaşındaki Ali İsmail Korkmaz'ın davası görülüyordu geçtiğimiz gün malum. İşte bu söz bizzat Ali İsmail'e ithafen sarfedildi bir yakınım tarafından, yazılı olarak, sosyal medya mecralarından birinde. Gerekçe ise Ali İsmail'in ateist ve islam karşıtı olması.

Donakaldım okuduğum vakit. Üstelik bunun yanısıra başka ne hakaretler...

Beni düşündüren şey ise sadece bir kişinin bu söylemi Ali İsmail'e ya da başka birine ithafen yapmış olması değil. Sadece ülkemizde de değil, kimbilir dünya üzerinde kaç milyon(ya da milyar) insan başka bir insanın ölümünden veya çektiği acıdan keyif alıyor. Kimbilir kaç insan başka birinin "gebermesi" için dua ediyor. Yani insanlık  nefret, kin, öfke üzerine dua ediyor. 

Halbuki insanlığa örnek olması için yüzlerce, binlerce yıl önce yeryüzüne gelmiş olan insanlar bunun tam tersini söylemiyorlar mı? Herşeyin, hele ki dua gibi bir enerjinin tamamen saf bir sevgi ile yapılması gerekiyor mu? Örnek insan olmak, ruhumuzu olgunlaştırmak için kendimizi nefret, kin, öfke gibi olumsuz duygulardan arındırıp sevgiye yönelmemiz gerekiyor mu?

Dünya üzerinde 8 milyar insan yaşıyor ve bunun yaklaşık 1.5 milyarlık bölümü müslüman nüfusu. Bu durumda birleşip 6.5 milyarı "gebertmek" mi gerekiyor illa? Ya da "gebermeleri" için dua mı etmek lazım? Bu 6.5 milyar içinde açlıktan sefaletten kıvranan milyonlar, milyarlar var. Önce onların "gebermesi" için dua edelim madem, daha hızlı olur, zaten açlar(?) Onların "gebermesi" için dua edelim, ama bir yandan da Müslüman ülkelerde sefalet çekenler için ağlayalım, sızlanalım(?)
 
İnsan olma yolunda ilerlediğinizi mi düşünüyorsunuz siz gerçekten?  Sadece kendinden olana tahammül edebilen ve başkalarının yaşadığı acıdan keyif almak ne zaman insanlık oldu? Yazık ki o kıldığınız namazlar, yaptığınız tüm ibadetler  de olgunlaştıramıyor ruhunuzu. Zira ister beş ister on vakit namaz kıl, zihnine, kalbine nefret ektiğin sürece daha çoook yolun var bu yeryüzünde.
 
Ne ekiyorsa onu biçiyor insan. Nefret ektiğin sürece nefret biçmeye devam edeceksin. Sen birileri için "gebersin pezevenk" dedikçe başka birileri de senin için "gebersin pezevenk" diyecek. En kötü insanı gözümün önüne getirdiğimde bile bu sözü söylemiyorum ben. Çünkü biliyorum ki o da yaptığı kötülükleri nefretinden, öfkesinden, kininden yapıyor. Önünde sonunda arınması gereken olumsuz duygularından yani. Bense onun seçtiği şeyi seçmiyorum, çünkü biliyorum ki bu bir seçim, ben bu yüzden sevgiyi seçiyorum. İstiyorum ki herkes sevgi eksin şu dünyada, hayal gibi ama aslında çok kolay, hatta en kolay. Savaşmaktan daha kolay. Ne zaman ki insanlık bu bilince ulaşır, ancak o zaman daha huzurlu bir dünyamız olur üzerinde yaşanacak. Aksi takdirde cehennemi yaşamaya devam ederiz bu yeryüzünde.

3 Şubat 2014 Pazartesi

LÜKSEMBURG

2 yılı aşkın bir süredir merkezi Lüksemburg'da olan bir firmada çalıştığım için sık sık gitmem gereken bir yer oldu Lüksemburg. Geçtiğimiz gün yine arkadaşımla konuşurken bir sonraki seyahat planım vesilesiyle bahsi geçti ve arkadaşım Lüksemburg'un ülke olduğunu o anki konuşmamız sırasında öğrendi ve çok şaşırdı. Ben de bunun üzerine böyle bir ülkenin varlığından haberi olmayan birçok insan olabileceğini düşünerek birkaç satır hakkında yazayım istedim.


Evet, Lüksemburg küçük de olsa bir ülke. Avrupa'nın batısında, Belçika, Fransa ve Almanya ile çevrili, yaklaşık 500.000 kadar nüfusu olan, küçük ama zengin bir ülke. Zenginliği şöyle ki, dünyadaki kişi başı milli gelir düzeyi en yüksek olan ülkelerin başında geliyor. Ayrıca dünyada düklükle yönetilen tek ülke.

Lüksemburg, konumu ve sağladığı vergi avantajları sebebiyle bugün Avrupa'nın bir nevi ticari merkezi olmuş durumda. Birçok büyük firmanın yönetim ofisinin Luxembourg'da yerleştiğini görebilirsiniz. Bu yüzden haftaiçi gün içerisinde ülkeye Belçika, Fransa ve Almanya'dan her gün 1 milyon civarında insan çalışmak için geliyor. Tabi ülkenin nüfusunun 500.000 olduğunu düşününce, her gün ekstradan gelen 1 milyon insanın oluşturduğu trafiği de hayal etmek pek zor olmasa gerek.

Her gün diğer komşu ülkelerden gelen insan sayısına dikkat edince, ülkenin kültür açısından ne kadar karışık bir yer olduğu rahatlıkla anlaşılabilir. Öyle ki, Almanca, Fransızca ve Lukemburgca olmak üzere 3 resmi dili mevcut ülkenin. Altı üstü 500.000 kişinin yaşadığı bir yerde üç resmi dil...Fakat benim gözlemlediğim Fransızca en çok konuşulan dil. Malum, Belçika ve Fransa'dan gelenler de zaten Fransızca konuştuğu için çoğunluk Fransızca konuşuyor. Bundan olsa gerek, restoranlarda ve birçok mekanda menüler hep Fransızca olarak geliyor. Ben de ne çok severim ya Fransızcayı(!). Neyse ki, çoğunluk aynı zamanda ingilizce'yi de rahat bir şekilde konuşuyor, o yüzden Fransızca bilmeyince de pek sıkıntı yaşanmıyor.

Çeşitli milletlerin gün içerisinde bir araya toplandığı bu küçük ülkede benim en çok dikkatimi çeken ve beni rahatsız eden şey sanki kendine has bir kültürünün ya da ruhunun yok gibi oluşu. Normalde nereye gidersem gideyim, her şehrin kendine ait bir ruhunun olduğunu hissetmişimdir. Kimi şehrin ruhu cıvıl cıvıldır, kimisinin ruhu yorgundur, kiminin üzgündür kiminin mahsundur ama bir ruhu vardır. Fakat çok enteresan, ben bu ruhu ülkenin başkenti olan Luxembourg City'de bile hiçbir zaman hissedemedim. Adeta kendimi arafta gibi hissediyorum bu ülkeye her gidişimde. Benim gibi hisseden birkaç kişiye daha şahit oldum. O yüzden yalnız değilim biliyorum.

Ülkenin ticari portresinden dolayı pek bir turistik yanının olmadığını söyleyebilirim. Yani öyle ah gideyim de şu Lüksemburg'u da göreyim denebilecek bir yer değil bence. Ama diyelim ki iş için ya da başka bir şekilde yolunuz düştü, Luxembourg City içerisinde kalmanızı tavsiye ederim. Zira bunun haricinde kalacağınız her yer kasaba formatında olacaktır. Ya da yeşil bir arazinin üzerine konuşlanmış ve etrafında hiçbir şey olmayan bir otel olacaktır.

2013 - 2014

Ne acayip seneydi 2013.
21 Aralık 2012'de dünyanın sonu gelecek diye beklerken insanlar, dolu dizgin geldi 2013 hızlandırılmış enerjisiyle. Rüzgar gibi hızlıca geldi, sildi, süpürdü hızlıca da gitti.

Ve geldi 2014, yeni bir yıl, yepyeni, enerjiler, umutlar, yeni hikayeler, yeni, hedefler.
Belli ki bu da dört nala bir yıl olacak. Baksanıza, bir ayı hızlıca geçip gitti bile.
Zaten Çin astrolojisine göre "at yılı" diyorlarmış bu yıla. Adından belli ya.
Dört nala koştura koştura geçecek bu yıl. Tabi koşturanlar biz olucaz.
Zaman bir yandan dört nala ilerlerken bizim de aynı hızla ilerlememiz gerekecek.
Yine değişim ve dönüşüm dolu bir yıl olacak hepimiz için, dünyamız için.
Dileyelim ki, hepimizin hayrına olsun. Mutlu, huzurlu, güzel bir sene olsun...