Memleket Kokuları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Memleket Kokuları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Mart 2015 Cumartesi

HOŞGELDİN BAHAR


Bilenler bilir, adımın da Bahar olmasının etkisiyle ben her Bahar’ın gelişinde içim kıpır kıpır olur heyecanlanırım. Doğanın uyanışı adeta doğum günüm hissi verir bana. Tabiat ananın uyanıp yeniden doğduğu gün benim de doğum günüm olur.

Tevekkeli değil asırlardır bu günü birçok medeniyet bayram ilan edip şenliklerle kutluyor. Soğuğun şiddetinden, karanlığın kasvetinden yorulan doğanın yeşile dönüp aydınlanışını danslar eşliğinde kutluyor insanoğlu Anadolu topraklarında. Adına da “nevruz” diyor. Daha doğrusu biz bunu Türkçe’ye nevruz olarak çevirmişiz. Kelime aslında eski Farsça’dan geliyor. Yeni anlamındaki “neva” gün ışığı anlamına gelen “rəzaŋh” ile birleşerek bugünkü Farsça’da noruz olarak anılıp “yeni gün/gün ışığı” anlamına gelen kelimeyi oluşturuyor. Bu kelimeye biz nevruz diyoruz, Azerbaycanlılar novruz diyor, kürtler newroz diyor vs. Sonuçta hepsi bir yerden geliyor ve aynı şeyi ifade ediyor; doğanın yeni gün ışığıyla uyanışını… Bu yeni gün ki, Bahar’ın ilk günü.

Ayrıca bazı eski takvimlerde yılın ilk günü olarak kabul edilmiş bu gün.  Astrolojide de zodyağın ilk burcu olan Koç burcunun başladığı gün olmasından sebep astrolojik yılın başlangıcı olarak kabul ediliyor. Hatta bugün dünya astroloji günü olarak kutlanıyor.

Bizim ülkemizde ise malum devlet politikaları sebebiyle bayram olarak kutlanması gün be gün gelenekten çıkıp zaman içerisinde adeta kavganın simgesi haline gelmiş. Senin bayramın benim bayramım diye ayrı düşürülmüş.  Bahar bayramının seni beni mi olur halbuki? Cemre düşmüş, tabiat ana uyanmış, kırlar yeşile boyanmaya başlamış, gökyüzünün mavisiyle dağların ihtişamı buluşmuş ama biz kavgaya tutuşmuşuz.  Kavganın sebebi her ne olursa olsun kim olursa olsun, ki bir kavga varsa hiçbir taraf masum değildir, bu kavga doğanın bize sunduğu aydınlığı karartma hakkına sahip değildir.

Şu sıralar çok sık dinlediğim İran’lı bir müzik grubu var, aynı bizim Kardeş Türküler’e benzeyen bir grup. Bu grubun icra ettiği ve yazının sonunda paylaştığım Nevruz adlı çalışmaları bahsettiğim kavganın ne kadar gereksiz olduğunu hatırlatıyor bana her seferinde. Bu paylaştığım çalışmada hem Farsça, hem Kürtçe hem Türkçe(Azerbaycan Türçesi) Bahar ve Nevruz Türküleri coşku içinde seslendiriliyor. Zaten baştan sona dinlerseniz sık sık “bahar” kelimesi geçiyor.(Bahar kelimesi de zaten Farsça bir kelime). Ben her dinleyip izlediğimde içim kıpır kıpır oluyor ve bu topraklar üzerinde yaşayan her insanın aslında kardeş olduğunu, diller farklı olsa da duyguların aynı olduğunu, aynı şeyleri paylaştığını hatırlıyorum, tıpkı türküler gibi. İstiyorum ki bu kardeşliği tek bir kişi bile unutmasın. Unutmasın ki değişen devlet politikaları, her gün değişen uygulamalar, kendi çıkar ve hırslarından başka hiç bir şey düşünmeyen örgüt&devlet liderleri, bizleri birbirimize düşman edemesin. Her Bahar Bayramı kavgayı değil kardeşliği hatırlamamıza vesile olsun. Kutlu olsun! Mutlu olsun! Selam olsun Bahara! Newroz piroz be!
 

 

23 Şubat 2015 Pazartesi

KADIN OLMAK


Çok zor kadın olmak, çok.

Sadece bu ülkede değil, her yerde zor. Ama burada daha da bir zor sanki. Daha çocuk yaşta başlıyor onu yapma, bunu giyme, oraya gitme, şununla konuşma, bununla gezme, şöyle yapma, böyle deme ve benzeri yapma etmeler. Bu yapma etmeli cümlelerin erkek için kullanılan tek hali ise terli terli su içme oğlum olur ancak. Hani futbol oynar da terlerler ya ondan.

Baktığında ailelerimiz hep bizi korumak için böyle yetiştiriyor. Evet doğru, ortamı göz önünde bulundurunca korumak da gerekiyor belki ama ortamın böyle şekillenmesinde erkeğin kadından bu kadar farklı yetiştirilmesinin payı çok değil mi? Kadının daha çocuk yaşta önüne “yapma” “etme”ler dizilirken, erkeğin önünün bu kadar açılması baştan uçurum yaratmıyor mu?

Abine su götür kızım, kahvaltı hazırla kızım. Daha 6-7 yaşındayım halbuki. Abimse benden beş yaş büyük. Benim mantığıma göre küçük olduğum için abimin bana yemek hazırlıyor olması lazım. Ama sistem böyle demiyor. Sistem kadın yapar diyor. Hele o kadın bir de küçükse hiç kaçarı yok. Ki bu sadece benim mütevazi, nispeten Türkiye genellemesine göre daha rahat yetiştiğim ailemden ufak bir örnek.

Yaş biraz daha ilerleyince abi bir yandan anne baba bir yandan başlarlar o eteğin boyu ne Bahar, ne öyle kolların çıplak çıplak geziyorsun Bahar, neredeydin bu saate kadar Bahar, erkeklerle oynama Bahar. Bahar da Bahar. Ama erkeğe söylenen tek şey, bu ne kadar ter oğlum, terli terli bari su içme oğlum. Dediğim gibi bu sadece ufak bir örnek çocukluğumdan hatırladığım kadarıyla. Kaldı ki ben şanslıyım, ailemdeki bütün kadın karakterleri güçlü olduğu için otomatikman kadına saygı gösteren bir sistem var bizim ailede. Ama yine de kadın onu yapmaz kadın bunu yapmaz kadın şöyle oturur şöyle kalkar kalıplarından kurtulamamış bizimkiler Anadolu insanı olarak.

Şimdi düşünüyorum da babanın anneyi dövdüğü, hor gördüğü bir evde büyüyen bir erkek çocuk büyüdüğünde kadınla ilgili nasıl bir kanıya sahip olur? Bir de üstüne kendi de dayak yiyorsa…

Kız çocuğuna özel kurallar konan bir evde büyüyünce erkek çocuğu da bu kuralları benimsemiyor mu en başından karşı cins için? Sonra ileriki hayatında bilinçaltında mini etek giyen, askılı bluz giyen kadın orospudur ya da kaşardır gibi bir kalıp olarak çıkıyor karşımıza. Sokağa çıkıp 100 tane erkeğe sorsak, mini etek giyen kadın hakkında ne düşünüyorsun diye, en az 90’ından buna benzer şeyler duyacağımıza şüphem yok. Çünkü böyle öğretiliyor. Önce evde sonra okulda. Koskoca liseli kızlardık, etek boyu kontrolü yapılırdı her sabah sınıflara girmeden önce. Eteği diz üstü olan kızlar cezayı yerdi bi güzel. Ama bir kıza oğlanın biri laf atsa ona ceza veren bir sistem yok. Hangi akılla mantıkla açıklanabilir ki böyle bir ayrım?

Akşamın bir vakti sokakta tek başına dolaşan kadın da yolludur zaten şeklinde ayrıca yoğun bir kanı olduğuna eminim. Kimse bunu dillendirmez belki ama bilinçaltında yatar içten içe. O yüzden o minibüs şoförü gencecik güzelim kıza saldırma hakkını görür kendinde bir an gaza gelerek. Bugün Özgecan yarın başka bir genç kız olarak çıkar karşımıza. Her gün 3. Sayfa haberlerinde gördüklerimiz cabası.

Her gün karşılaştığımız acı ve şaşkınlık dolu onlarca haber aslında sapık düşüncelerle kurallarla yetiştirilmişliğimizin, şiddete meyilli oluşumuzun, erkek yapar ama kadın asla yapamaz diye beynimize yerleştirilmiş tabuların bir yansıması. Ne zamanki şiddetten ve kadın-erkek ayrımından uzak, sapıkça tabulardan uzak, incelikle nezaketle yetiştiririz yeni nesilleri, ancak o zaman rahat bir nefes alabiliriz kadın olarak. belki. Ne zaman ki küçük kız çocuklarına kapat oranı gösterme ayıp ama erkek çocuğuna göster pipini amcalara evladım yüzsüzlüğünden vazgeçeriz, kız çocuğuna ne giymesi gerektiğini değil de erkek çocuğuna kadınlara karşı nasıl davranması gerektiğini, nerede durması gerektiğini öğretiriz, ancak o zaman bir arada huzur içinde yaşayabiliriz. Aksi takdirde pembe otobüs de yetmez, ülkeyi pembe mavi diye bölsek ancak kurtarır.  

Ha benim ümidim var mı derseniz, maalesef yok. Sadece çok üzgünüm.  

5 Şubat 2014 Çarşamba

"Gebersin Pezevenk"

Bugün hiç aklımdan çıkmadı bu söz.
 
Asıl düşündürücü olansa nereden aklıma geldiği, durup dururken gelecek değil ya.
 
Haziran 2013'de Eskişehir'de polisler tarafından dövülerek öldürülen 19 yaşındaki Ali İsmail Korkmaz'ın davası görülüyordu geçtiğimiz gün malum. İşte bu söz bizzat Ali İsmail'e ithafen sarfedildi bir yakınım tarafından, yazılı olarak, sosyal medya mecralarından birinde. Gerekçe ise Ali İsmail'in ateist ve islam karşıtı olması.

Donakaldım okuduğum vakit. Üstelik bunun yanısıra başka ne hakaretler...

Beni düşündüren şey ise sadece bir kişinin bu söylemi Ali İsmail'e ya da başka birine ithafen yapmış olması değil. Sadece ülkemizde de değil, kimbilir dünya üzerinde kaç milyon(ya da milyar) insan başka bir insanın ölümünden veya çektiği acıdan keyif alıyor. Kimbilir kaç insan başka birinin "gebermesi" için dua ediyor. Yani insanlık  nefret, kin, öfke üzerine dua ediyor. 

Halbuki insanlığa örnek olması için yüzlerce, binlerce yıl önce yeryüzüne gelmiş olan insanlar bunun tam tersini söylemiyorlar mı? Herşeyin, hele ki dua gibi bir enerjinin tamamen saf bir sevgi ile yapılması gerekiyor mu? Örnek insan olmak, ruhumuzu olgunlaştırmak için kendimizi nefret, kin, öfke gibi olumsuz duygulardan arındırıp sevgiye yönelmemiz gerekiyor mu?

Dünya üzerinde 8 milyar insan yaşıyor ve bunun yaklaşık 1.5 milyarlık bölümü müslüman nüfusu. Bu durumda birleşip 6.5 milyarı "gebertmek" mi gerekiyor illa? Ya da "gebermeleri" için dua mı etmek lazım? Bu 6.5 milyar içinde açlıktan sefaletten kıvranan milyonlar, milyarlar var. Önce onların "gebermesi" için dua edelim madem, daha hızlı olur, zaten açlar(?) Onların "gebermesi" için dua edelim, ama bir yandan da Müslüman ülkelerde sefalet çekenler için ağlayalım, sızlanalım(?)
 
İnsan olma yolunda ilerlediğinizi mi düşünüyorsunuz siz gerçekten?  Sadece kendinden olana tahammül edebilen ve başkalarının yaşadığı acıdan keyif almak ne zaman insanlık oldu? Yazık ki o kıldığınız namazlar, yaptığınız tüm ibadetler  de olgunlaştıramıyor ruhunuzu. Zira ister beş ister on vakit namaz kıl, zihnine, kalbine nefret ektiğin sürece daha çoook yolun var bu yeryüzünde.
 
Ne ekiyorsa onu biçiyor insan. Nefret ektiğin sürece nefret biçmeye devam edeceksin. Sen birileri için "gebersin pezevenk" dedikçe başka birileri de senin için "gebersin pezevenk" diyecek. En kötü insanı gözümün önüne getirdiğimde bile bu sözü söylemiyorum ben. Çünkü biliyorum ki o da yaptığı kötülükleri nefretinden, öfkesinden, kininden yapıyor. Önünde sonunda arınması gereken olumsuz duygularından yani. Bense onun seçtiği şeyi seçmiyorum, çünkü biliyorum ki bu bir seçim, ben bu yüzden sevgiyi seçiyorum. İstiyorum ki herkes sevgi eksin şu dünyada, hayal gibi ama aslında çok kolay, hatta en kolay. Savaşmaktan daha kolay. Ne zaman ki insanlık bu bilince ulaşır, ancak o zaman daha huzurlu bir dünyamız olur üzerinde yaşanacak. Aksi takdirde cehennemi yaşamaya devam ederiz bu yeryüzünde.

2 Eylül 2013 Pazartesi

Gökçeada'da İki Ayrı Dünya


30 Ağustos'un Cuma gününe denk gelmesini fırsat bilenlerdendik biz de bu yıl. Uzun zamandır memleket ziyaretleri haricinde aile ile bir arada tatil geçirmemiştim, o yüzden hastalıkla uğraşarak geçen bir yaz mevsiminin sonrasında iyileşmeye başlamış olmamı da kutlama bahanesiyle ailecek birkaç günlük bir kaçamak yapalım dedik. Rotamızı da Gökçeada'ya çevirdik.

11 yıl önce yine ailecek gitmiştik Gökçeada'ya. Tabi o zamanlar gittiğimizde şimdikine göre bomboştu ada. Biz ilk gittiğimizde adanın her yerini iyice gezdiğimiz için, bu sefer kısıtlı zamanımızı belli başlı yerlerde geçirme kararı aldık.

Tabiki adaya gitmekteki öncelikli amacımız denize girmekti. O yüzdenin adanın en güzel yerinden denize girmek lazımdı. Daha önceki deneyimimize de dayanarak adanın "Gizliliman" denilen güneyinde ve en batısındaki yerine gittik o yüzden. Burası Türkiye'nin de en batı noktasıymış aynı zamanda.

Gizliliman'a Uğurlu köyü işaretlerini takip ederek ulaşılıyor. Önce Uğurlu'ya gidiyoruz oradan sonra limanı solumuza alarak önümüzdeki tepeyi dar ve virajlı yolundan tırmanıyoruz. Tepeyi tırmanıp aşağıya inmeye başlayınca pırıl pırıl ve çarşaf gibi denizi ile upuzun bir sahil bizi karşılıyor. İşte bu sahilde denizin keyfini çıkarmak için onca yol gidiliyor. Ama denize ayağınızı değdirdiğiniz anda anlıyorsunuz ki o yolculuğa değiyor.

Önceki gidişimizde de yine burada girmiştik denize. Bakir bir koy olduğu için hiçbir tesis yoktu, o yüzden kendi şemsiyemizi götürmüştük. Şimdi ufak bir tesis gibi bir şey var, fakat yine şemsiye-şezlong tarzı şeyler yok. Yine herkes kendi şemsiyesini kendisi götürüyor. Zemin ince bir kum olmadığı gibi büyük taşlar da yok. Minik minik yapışmayan taşlar var. O yüzden havlunuzu serip rahatça uzanabiliyorsunuz. Genelde rüzgar da olduğu için güneşin altında da rahatça durabiliyorsunuz. Kum olmaması o açıdan da iyi oluyor. Yoksa o rüzgarda uçuşan kumların içinde ne oturabilir ne de yatabilir insan.

Biraz sıcaklamaya başlayınca atıyorsunuz hemen kendinizi önünüzdeki denize. Ama ne deniz....Bozcaada'daki gibi girdiğinizde kafanızı donduran bir soğukluk yok buranın denizinde. Tam ideal sıcaklıkta. Zaten denize girdikten birkaç metre sonra derinleşiyor. Gözlüksüz girmemenizi tavsiye ederim. Zira sizinle birlikte yüzen balık kümelerini izlemek de ayrı bir keyif. Ameliyat nedeni ile ara verdiğim yüzme aktivitesinin acısını  iyice çıkardım ben bu deniz sayesinde. Biraz yoruldum haliyle. Ama değdi. Kendimi şimdi daha da bir yeniden doğmuş gibi hissediyorum. 

Deniz mükemmel, sıcaklık mükemmel, kum mükemmel, rüzgar mükemmel derken dikkatimi çeken bir ayrıntıyı paylaşmadan edemicem. Biz bu koyu yıllar önce keşfettiğimizde, bize en yakın oturan grup ile aramızdaki mesafe abartmıyorum en az 300 - 400 metre gibi birşeydi. Çok sakin olduğu için haliyle kapalı teyzeler filan rahatça denize girebilmek için buraya geliyordu. Hatta biz de annemi ilk defa burada denize girmesi için ikna edebilmiştik. Şimdilerde tabiki sahil daha kalabalık. Size en yakın oturan grup ile aranızda 5-10 metre vardır en fazla. Grupların çoğunluğunu şöyle bir izlediğimizde biz kendimizi farklı bir ülkede gibi hissettik doğrusunu söylemek gerekirse. Sanki Kuzey Afrika'da bir ülkeye tatile gitmiş bir turist gibi hissettik. Böyle hissetmemizin bir sebebi vardı tabiki. Denize giren kadınların neredeyse %70'inden fazlası haşema giyiyordu. Yıllar önce gittiğimizde haşema denen şey henüz çıkmamıştı sanırım. Bikini giymek istemeyen ablalar, teyzeler, uygun bir kıyafetle giriyorlardı denize ve keyfini çıkarıyorlardı. Ama malum, tesettür akımı ile birlikte haşema akımı da beraberinde geldi ve geçen yıllar içerisinde bu sahil bu akımın öncülerinin buluşma noktası olmuş adeta. Tabi sadece haşema değil dikkat çeken. Grupların bütünü ve yaşayış tarzı dikkat çekiyor. Bizler güneşten korunmak için birer şemsiye ile idare ederken, bu gruplar, büyük çarşaflarla kendilerine çadır gibi saklanma alanları yapıyorlar ve ailecek bu çadırların içerisinde saklanıyorlar. Neyden, kimden, neden saklanıyorlar sorularının cevapları benim anlayabileceğim şeyler değil açıkçası. Hacı olan annem ve babam bile bu soruların cevaplarını anlayabilmiş değil ayrıca. Böyle mutlu ve rahat hissediyorlarsa böyle yaşasınlar, ben bundan hiç rahatsız olmam. Fakat arada şu düşünce aklıma geliyor. Demek ki bu grupların başındaki adamlar, bikinili kadın görünce  aklını yitiriyor ki hem kendileri hem kadınları köşe bucak saklanıyor. Madem öyle, neden bu adamlar gözlerini bağlamıyor? Böylesi daha kolay olurdu sanırım, onca kadını sarıp sarmalayıp saklamaktansa...

Benim hayatıma kimse müdahale etmediği sürece hiçkimsenin hayatından rahatsız olmadığım ve asla müdahale etme isteği bile duymadığım için ben burada da huzur içinde denizin keyfini çıkardım, şükürler olsun. İyileşiyor olmama şükrettim denizin sonsuzluğuna kucak açarak. Saatlerce yüzdüm, kulaç attım, yoruldum, arada denizin ortasında uzandım dinlendim, sonra yine yüzdüm, balıkların güzelliğini izledim ve defalarca şükrettim bunu yapabildiğim için. Hala da şükrediyorum...

Gelelim konaklama kısmına. 
Gökçeada malum çok büyük bir ada. Genel olarak da dağınık bir ada. Belli başlı köyler adanın farklı bölgelerine yerleşmiş. Genelde de köyler denizden uzak aslında. Denize yakın olan köylerden biri Uğurlu köyü. Hatta burada ucuz pansiyon ve apartlar mevcut. "Onlar" ve "Bizler" ayrımını deniz kenarında gördükten sonra bu köyde iyice hissedebiliyorsunuz. Ayrımcılık yapmak değil niyetim. Ama bu köy tanım yapmam gerekirse "İslami" bir köy. Şöyle bir beş dakika dolaşmanız yeterli bunu anlamak için. Eğer siz de bu tarz bir tatilden hoşlanıyorsanız burada kalmanızı öneririm. Fakat benim ve ailemin tatil anlayışı biraz daha farklı. Dedim ya, annem babam hacı olmalarına rağmen farklı bir dünya gibi orası bizim için. Biz bu yüzden adanın diğer ucunu tercih ettik. Kaleköy adındaki diğer sahil köyünde konakladık. Burası Uğurlu'nun aksine cıvıl cıvıl bir yer. Ufak bir sahil kasabası aslında ama İstanbul'lular epeyce bir doldurmuştu tatili fırsat bilip. Konaklayabileceğiniz butik otel, apart, pansiyon tarzı birçok yer mevcut Kaleköy'de. Biz bu yıl hizmete açılan Gökçeada Bağ Evleri nde bir ev kiraladık. Beş kişi çok rahat ettik evimizde. Evin sahibesi Şefika Hanım sağolsun misafirperverliğiyle çok memnun etti bizi. Bir daha gidersem yine gidip kalabileceğim bir yer, o yüzden gönül rahatlığı ile tavsiye edebilirim. 

Evde kaldığımız için kahvaltımızı kendimiz hazırladık. Kaldığımız evin bahçesindeki domateslerden ve biberlerden toplayıp yedik kahvaltıda. Akşamları ise yemek yiyebileceğiniz birçok restoran var köyün sahilinde. Arada gitar çalıp şarkı söyleyen gençlerin sesini de duyunca kıpır kıpır oluyor insanın içi, işte o zaman farklı bir dünyada olduğunu anlıyor.

Bu arada Kaleköy'ün denizi içinde bulunan liman ve alanın kısıtlı oluşu yüzünden yüzmeye elverişli değil. Zaten denize girilecek yeri yok. Orduevinin önünde plaj varmış sanırım eskiden, ama o bölgeye akan pislik yüzünden plaj kapanmış. Fakat köye yakın Yıldız Koyu diye bir plaj var. Yürüyerek 15-20 dakikada gidilebiliyor. Yürümem derseniz araba ile de gidebilirsiniz. Burası oldukça ufak bir sahil. Oturup bir şeyler içebileceğiniz bir iki tesis var. Bir de kırık şezlongları kiralamaya çalışan bir çocuk var :) Buranın denizi de fena değil, ama yüzdükçe ve denizin dibine baktıkça daha bir marmara denizi'ndeymişsiniz gibi bir hissiyat veriyor. Zaten Gizli Liman'ın denizinin tadını aldıktan sonra adanın başka bir yerinde denize girmek istemiyorsunuz. Her ne kadar uzak ve farklı bir dünya olsa da...

22 Haziran 2013 Cumartesi

EY ÖZGÜRLÜK!

Özellikle geçtiğimiz yılın sonlarından itibaren, bu yeni yılla birlikte bizi birçok değişimin beklediğinden bahsetmiştim. Dünya farklı bir frekansa yerleşirken, "altın çağ" dediğimiz bu süreçle birlikte dünya içinde yaşayan bizler ya bu değişme ayak uyduracaktık ya da değişimin kendisi olacaktık. Güzel ülkem Türkiye'de 31 Mayıs 2013 itibarı ile işte bu değişimin bizzat şahitleri olduk.

Özgürlüklerini korumak için sokağa dökülen halk, bu değişimin ta kendisi ve öncüsü olmayı seçti.İşte bu, artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağının işareti oldu. Sadece ülkemiz için değil, tüm dünya için geçerli bu. Artık hiçbir şey eski sistemde yürütüldüğü gibi yürüyemeyecek. İşte önümüzdeki 20 yıl boyunca dünya bu yeni enerji frekansına, yeni sisteme adapte olmaya çalışacak. Bizler de yeni liderlerimizi, yeni yönetim biçimlerimizi belirleyeceğiz bu adapte olma sürecinde.

Eskiden devlet büyükleri bir karar aldıklarında, bir yasa yürürlüğe soktuklarında kimsenin sesi çıkmazdı. Zira insanların yaşamları üzerinde hakim olan en önemli duygu "korku"' idi. Bugünkü yönetimler, hala bu eski sistemin bir parçası, yani korkutarak yönetmeye dayalı bir sistemler bütünü. Ama insanlar artık aynı insanlar değil. İnsanlar değişiyor. 10 yıl önce çocuk dediklerimiz şimdi büyüdüler ve birey oldular. Ve bu çocuklar çok farklı şekilde yetiştiler. Daha bebekken bile farklıydılar. Daha kural tanımaz, daha özgürlük yanlısıydı bu çocuklar. Daha korkusuzlardı. Şimdi büyüdüler ve korkusuzluklarını sokakta gösterdiler. Onları destekleyen ve artık korku ile yönetilmekten bıkan halk da onlarla birlikte kendini sokağa attı. 

Velhasıl, halk özgürlüğüne sahip çıktı. Ama bundan sadece bu halkın özgürlüğü kısıtlanıyordu da o yüzden kendini sokağa attı gibi bir mesaj çıkartmak da doğru değil. Tabi bu da mesajın bir parçası, ama en önemlisi bu halk, özgürlüğün önündeki en büyük engel olan "korku" yu attı üzerinden. Bence en önemli mesaj buydu. Korkusuz bir şekilde yetişmiş gençlerin öncülüğünde korkusuz bir halk var artık. Özgürlüğün bu dünyadaki en büyük nimet olduğunun farkında bu halk. Ve buna sahip çıktı. Sahip çıkmaya da devam edecek, bundan eminim.

Peki ya sokağa çıkmayan ya da sokağa çıkanların karşısında duran halk? 
Dünya'da hepimiz seçimlerimizle yaşıyoruz. Herkes her istediğini seçmekte özgür. Kimi mutluluğu seçer, kimi mutsuzluğu seçer. Kimi huysuzluğu, kimi güzel huyluluğu seçer mesela. Kimi cesareti, kimisi de korkuyu seçer.  Kimi iyi olmayı, kimi kötü ve fesat olmayı seçer. Kimi neşeyi, kimi somurtkanlığı seçer. Kimi aydınlığı, kimi karanlığı seçer. Kimi sevgiyi, kimi nefreti seçer. Sevgiyi seçtimi insan bir kere, zaten o insan artık aydınlığı da, iyiliği de, neşeyi de seçmiş demektir. Nasıl ki nefreti seçiyorsa, karanlığı ve mutsuzluğu seçmiş demektir.

Nasıl ki bizler bunca yıldır korkunun ve nefretin himayesi altında yaşamayı seçmiş idiysek, bunu seçmeye devam edenler de olacak tabi ki. Nasıl ki bizler herşeyin daima varolan koşullara göre değişmesi gerektiğini düşünürken, tam tersine eskide kalmak isteyenler de olacaktır. İşte buradaki kritik nokta, iki tarafın da birbirine sonsuz saygı duyması ve birlikte huzur içinde yaşayabilmek.

Hepimiz aynı bütünün birer parçasıyken, ayrılığa, gayrılığa, kavgaya, dövüşe hiç gerek yok şüphesiz. Ben sürekli seyahat eden ve dünya'nın dört bir yanından çeşitli insanlarla iletişim halinde olan biri olarak şunu söyleyebilirim ki, Türkiye'de her zaman en çok sevdiğim ve bir parçası olmaktan gurur duyduğum şey, çok çeşitli yüzlere sahip olması ve bu yüzlerin yıllardır birlikte yaşaması... Birçok ülkeye baktığınızda adetler, gelenekler, alışkanlıklar, yaşam tarzları, hepsinin o ülkede tek tip olduğunu görürsünüz. Fakat Türkiye'de bu bambaşka. Batısında başka bir hayat, başka bir kültür, doğusunda başka, güneyinde, kuzeyinde bambaşka. İşte ben bu farklılıkların bir arada olmasından ve bunun bir parçası olmaktan çok keyif alıyorum. 

Herkesin tek tip olduğu bir dünya ne kadar sıkıcı olurdu bir düşünsenize. Çoğu zaman konuşacak tartışacak bir şey bile bulamazdık. Ve büyük ihtimalle özgür de olamazdık aslında. Beynimize aşılanan tek tipin dışına çıkmaya korkardık. İşte bu yüzden dilerim ki hepimiz farklılıklarımızın kıymetini iyi biliriz. Karşımızdakini farklı olduğu için yadırgamak yerine, aslında bu farklılıkların bizleri özgür kıldığını, bizi biz yaptığınız unutmayız.

Özgürlükten bahsedip de Zülfü Livaneli'yi hatırlamamak olmaz. Özgürlüğümüzün peşine düştüğümüz bu günlerde dilimden düşmüyor yine şarkısı, Ey Özgürlük!



 Özgürlüğümüzün daim olmasını ve keyifli bir haftasonu geçirmenizi dilerim!

Sevgiler...



19 Kasım 2012 Pazartesi

ATA'M

Ah be Ata'm...

Sen bütün hayatını bu gökdeniz, bu dağlar taşlar başka hiçbir yerde yok diye bu memlekete adadın. Bu memleketse nerelere geldi şimdi...

Ben ve benim gibi bazıları var hala sana minnettar olan, dualar eden. 

Benim seni dualarımdan eksik ettiğim tek bir gün bile yok. Ruhun her daim huzur içinde ışık içinde olsun diye dualarım. Bir kadın olarak sana öyle minnetarım ki, dünyanın dört bir yanına gidip ülkemi temsil ettiğim her vakit seni anıyorum ve şükrediyorum bu imkanlara sahip olabildiğim için.

Sen bu ülkenin öküzlerinin bir nebze de olsa adam olabilecekleri bir yolda yürümelerine vesile oldun, o yolu açtın. Fakat o öküzler adam olmadı Ata'm. Okumuşu, okumamışı, dindarı, dinsizi, cümleten pek bir meraklı öküz olmaya şu günlerde. Dört bir yanımız öküzlerle çevrili anlayacağın...

Benim gibi bazıları daha seni çok özlüyor olsa gerek ki, bu yıl daha çok insan anıyor, arıyor seni Ata'm. Cumhuriyet Bayramı'nda yüzbinlerce insan sokaklardaydı, ellerinde bayraklarla marşlar söylerek. Biz de bütün aile sokaktaydık. 10 Kasım'da da binlercesi gibi yanındaydık Ata'm. 

Sen bir daha gelmezsin ama, keşke senin gibi bir tane daha gelse be Ata'm. Şöyle bir çeki düzen verse de kendimize gelsek...


29 Ağustos 2011 Pazartesi

İYİ BAYRAMLAR

Bu yıl Ramazan Bayramı'nın ilk günü, Zafer Bayramı'mızı kutladığımız 30 Ağustos'ta kutlanacak. Bir nevi çifte bayram.

Hatta üçüncü bir bayram daha var diyebiliriz. Malum bu yıl 9 günlük tatil oldu aynı zamanda. İşlerinden bir türlü izin alamayan, ya da doğru düzgün tatil yapamayan birçok insan için ekstra bir bayram oldu bu tatil. Hatta yollarda iki gün boyunca uzun kuyruklar yaşandı, herkes bir yerlere gitti. Öncelikle tatil yapanlara güzel bir tatil, kazasız belasız dönüşler diliyorum. Lütfen yollar kan gölü olmasın.

Ben bir yere gitmedim. Daha geçtiğimiz ay çok uzun bir tatil yaptığımdan olsa gerek, tatile de yolculuğa da doymuşum. Ailem Sivas'ta, aslında oraya gidebilirdim, ama kedimi yalnız bırakıp oraya gitmeye de gönlüm razı gelmedi. Velhasıl, kedimle başbaşa son iftarımızı yapıcaz, sonra da bayram günü klasik akraba, eş dost ziyaretleri ile geçecek.


30 Ağustos sabahı her yıl olduğu gibi Zafer Bayramımız törenlerle kutlanacak. Ben de oturup televizyondan bu törenleri izleyeceğim önce. Özellikle şu uçak gösterilerini izlemeyi çok seviyorum. Bir yandan da marşlar çalarken, ne yalan söyliyim bazen çok duygulanıyorum gözlerim doluyor.

Bize bu özgürlüğü bıraktığı için, bu bayramları yaşattığı için ulu önderimiz Mustafa Kemal Atatürk'e binlerce kere şükürler olsun. Gerçi son günlerde pek zafer ortamı kalmadı ülkemizde. Her gün başka bir acı haber, gözyaşı geliyor bir yerlerden.   Diyecek bir şey yok. Memleketi yönetenlerin gözü kör değil, görüyorlar elbet. Ama nasıl oluyorsa çözemiyorlar...

Herşeye rağmen, bu topraklarda ne yaşıyorsak, hiçbirini yaşayamıyor olabilirdik. Ata'mıza şükürler olsun ve Zafer Bayramımız kutlu olsun.

Tatil yapanlara huzur dolu bir tatil olsun.

Evinde kalanlara da, büyüklerin ellerinin öpüldüğü, şekerlerin, çikolataların, baklavaların, zeytinyağlı dolmaların sağlığı bozmayacak bir ayarda yendiği, mutlu bir bayram olsun.

Hepimize İyi Bayramlar...

19 Ekim 2010 Salı

İSMİNİZ NEYDİ?

Bugün güzel dostumla sohbetimiz sırasında bir şey dikkatimizi çekti, detaylı bir şekilde irdelemeden duramadım.

Daha doğmadan aylar önce annemiz babamız başlıyor düşünmeye, kimileri kitaplar alıyor, listeler yapıyor, kuralar çekiyor, olmuyor karar verilemiyor tekrar kuralar çekiliyor, günümüz teknolojisinde tabiki bir de internetten araştırılıyor. Velhasıl doğacak bir çocuğun ismi, doğmadan önce ailesinin her gün 24 saatini meşgul ediyor. Saatler, günler, aylar süren bu düşünüp taşınmaların sonucunda bir isimde karar kılınıyor ve bir insan hayatı boyunca o ismi kullanıyor.

Koskoca bir ömür dile kolay...

Koskoca bir ömür, bir ismi taşıyoruz.

İsim deyip geçiyoruz. Fakat önemsiz bir şey olsa, bu kadar meşakkatli bir süreçten geçilmezdi isimlerimize karar verilmeden önce.

İnsanlar isimleriyle birlikte büyüyor, isimleriyle bütün oluyor, her yerde o isimle tanınıyor, bu dünyadan göçtükten sonra bile o isimlerle anılıyor.

Ben inanıyorum ki, bu isimlerimizin tek fonksiyonu, sadece kimlik kargaşasını önlemek değil. Öyle olsa, kalem, kağıt, defter, silgi diye de isim verilebilirdi hepimize değil mi?


Hayatımız boyunca birlikte yürüdüğümüz, her saniyemizi birlikte geçirdiğimiz, bir parçamız olan bu isimlerin ciddi bir manevi katkısı olmalı hayatımızda. Kendi gözlemlerime dayanarak öyle de olduğunu düşünüyorum aslında. Mesela, ismi “Melek” olan çok arkadaşım oldu. Hala da var, eksik olmasınlar. Şöyle bir bakıyorum da, tanıdığım bütün “Melek” adındaki insanların pozitif bir ışığı var etrafına karşı. Biraz gizemli olabilir belki, ama pozitif. Hiçbir zaman “Melek” adındaki bir insanın itici, iğneleyici bir karaktere sahip olduğunu görmedim. Genelde huzurlu bir hava gözlemlemişimdir üzerlerinde...Melek gibi olduklarına yönelik bir iddia öne sürmek haddim değil tabiki...hiçbirimiz melek değiliz zira insanız, amma ve lakin, bu “Melek” adının o insanlara kattığı olumlu bir ışık olduğunu düşünüyorum. Hayatları boyunca da o ismin ışığında ilerlediklerine göre, hayatları boyunca diğer insanlara göre biraz daha huzurlu bir ışıkları oluyor...tabi bu benim nacizane, fikrim, gözlemim, bilimsel bir kanıt sunamayacağım önünüze.

İsim bu kadar önemliyken, insanların çocuklarına tuhaf isimler koymalarını anlamıyorum. Hele ki anlamı direk negatif mesajlar veren isimleri hiç anlamıyorum. Saygı duyuyorum tabiki, herkesin bir zevki var nihayetinde. Ama neden olumsuz isimler koyuyoruz çocuklarımıza?

Hıncal” mesela...adı üstünde “hınc al, hıncımızı al, öcümüzü al” diye bağırıyor isim...
Bu hırs niye? Ne bu şiddet eğilimi? Bu ismin sahibi nasıl rahat nefes alabilir diye düşünmeden edemiyorum..Neyseki çok kullanılan yaygın bir isim değil..

Ama çok kullanılan isimler de var. “Savaş” mesela...
Ya niye savaşıyoruz durup dururken kardeşim? 3 günlük dünya değil mi? Neyin savaşı? Niye Savaş koyuyoruz çocuğumuzun adını da en baştan savaşa meyilli yapıyoruz, Barışa meyilli yapmaktansa...ha bir de kardeşi olur bu çocuğun, onun adını Barış koyarlar. Ne kadar zıt halbuki...sonra bu iki kardeş birbirine zıt olunca da “iki kardeş bir türlü geçinemediler birbiriyle, hep didiş hep didiş” diye söylenirler...Başka ne olmasını bekliyordunuz ki?


Velhasıl, yüzlerce örnek verilebilir, herkesin vardır çevresinde buna benzer örnekler, tuhaf isimler, negatif isimler, negatif enerjiler... Ben nacizane, memleketimizde binlerce güzel, huzurlu, saf, temiz isimler varken, hırs dolu, nefret dolu, eziyet dolu, isyan dolu isimler koyulması taraftarı değilim...

Yakınlarda doğacak bebekler adına gündeme getirmek istedim bu konuyu sevgili anne ve baba adayları. Kulağıma fısıldadılar benim “no'lur ablacım söyle de bize güzel isimler koysunlar, eziyet çekmeyelim hayatımız boyunca” dediler...

Benden söylemesi...


18 Ekim 2010 Pazartesi

DUMANSIZ HAVA SAHASI

Güya kapalı alanlarda sigara yasağı başladı da dumansız hava sahasına kavuştuk, insan gibi nefes alabileceğiz gittiğimiz yerlerde diye seviniyorduk, daha doğrusu ben ve benim gibi pasif içiciler seviniyorduk. Acaba gerçekten işe yarıyor mu bu yasak?

Bu yasak daha gelmeden bütün tiryakiler bıdı bıdı söylenmeye başladı. Yok alışveriş merkezine gitmeyiz, yok oraya gitmeyiz, yok bizim özgürlüğümüzü kısıtlıyorlar, yok efendim ne anlamı kaldı cafeye bara gitmenin, yok bizi insan yerine koymuyorlar diye diye kafamızı yediler. Bütün bu bıdı bıdılar sayesinde, bütün sokaklar masa ve sandalye doldu, güzelim yaz günlerinde sokaklarda oturamaz olduk bütün sokağın üstüne çöken duman bulutları yüzünden.

  
Bütün ülkelerde bu böyle mi, yoksa sadece bizim ülkemizde mi böyle bilmiyorum ama sözüm meclisten dışarı, sigara içen insanlar, yakınlarımız, dostlarımız istiyorlar ki herkeşler onlara uysunlar. Mesela 5 kişilik grupta 1 tanesi sigara içiyor “hadi arkadaşlar kahvemizi de dışarda içelim olur mu?” diyerekten hooop 4 tane garibanı da yanında sürüklüyor dışarı. Sonra ne oluyor? Bizim tiryakinin keyfi yerine geliyor, bir elinde kahvesi, bir elinde sigarası, yayılıyor sandalyesine başlıyor muhabbete kakara kikiri. Tabi dışarda onun gibi bir yığın daha içici mevcut, haliyle orada muazzam bir duman sirkülasyonu başlıyor. O dumanlar dans ederekten önce bütün kıyafetlerime işliyor, sonra saçlarımın dibine kadar siniyor, sonra elime, sonra yüzüme, işte tam buradan da ciğerlerime inmeye başlıyor. Ciğerime nüfuz eden ilk dumanla birlikte, boğazıma bir perde iniyor, birkaç sigara sonrasında o boğazdaki perde öksürüğe dönüşüyor, sonrasında beynim fonksiyonlarını yitirmeye başlıyor. Artık ne tek bir laf edesim geliyor, ne orada beş dakika daha oturma isteği. Çok ciddiyim, yoruluyorum, bitiyorum, eriyorum, midem bulanıyor, başım dönüyor, hayattan soğuyorum, insanlardan soğuyorum o anda resmen. Tabi benim neşeli hallerime alışkın olan tiryaki arkadaş başlıyor bu sefer “ne oldu kuzum nen var, bişeye mi canın sıkkın” sorularına...

Ya ben şiddet yanlısı bir insan değilim, bilakis karşıyım ama o anda var ya kafasına ne bulursam geçirmek, her türlü şiddeti uygulamak istiyorum bu tiryaki arkadaşa...Desem ki, hadi içeri geçelim ben sigaradan rahatsız oluyorum, aman yarabbi başlarlar bu sefer “kılsın sen, bir daha takılma bizimle, evine de gelmeyiz senin rahat rahat nefes al sen, bir sigaramıza bile katlanamıyorsun senden arkadaş mı olur” tipindeki alıngan tribal cümlelerine...sadece arkadaşlar mı bunu yapıyor? Tabiki hayır, sigara içen babanızsa, annenizse, sizden büyük bir yakınınızsa karşınızdaki, ölümlerden ölüm beğen. Beş dakika içinde dünyanın en hayırsız evladı, en lanet arkadaşı ilan ediveriyorlar insanı, maazallah bir tane sigaraları için “gık” dersek eğer...Velhasıl, alınganlık doruk noktasında bu sigara tiryakilerinde...onlar fosur fosur dumanlarını tüttürecek, etraflarına da sevdikleri insanları toplayacak, ama bu sevdikleri insanlar, öksürmeyecek, tıksırmayacak, gık demeyecek, dumanı eliyle uzaklaştırmaya çalışmayacak, bir sigara keyfi var insancağızların, bozmayacak o keyfi, özgürlüklerini kısıtlamayacak...


Ya pardon, kim kimin özgürlüğünü kısıtlıyor? O özgürlük diye bık bık savunduğunuz, elinizden bırakamadığınız zıkkım yüzünden dünyada kaç kişi ölüyor her gün? Hadi içenler bunu göze alarak bilinçli bir şekilde içiyor da, içmeyenlerin ne günahı var? Neden pasif içicilikten insanlar ölüyor?

Nefes alamıyorum arkadaşım, daha ötesi var mı? Hassas deyin, kıl deyin ya, sizin kıllık anlayışınızla, tribal bıkbıklarınızla uğraşamıcam.

Ben nefes alamıyorum bu dumanda, nefes diyorum nefes, yaşamamızı sağlayan şey hani... sizin sigaralarınız yüzünden bütün gece öksürüp öksürüp sabaha kısılmış bir sesle uyandığımda, en büyük keyfim olan şarkılarımı söyleyemiyorum mesela, insanlarla konuşurken iğrenç bir sesle konuşmak zorunda kalıyorum. Siz içe içe nefes borunuz, ses telleriniz, ciğerleriniz alışmış iyice, ne sesiniz kısılıyor ne başka bişey oluyor maşallah, olan etrafınızdaki pasif içicilere oluyor, siz de karşılığında biraz kendinizi suçlu hissedeceğinize, hem suçlu hem güçlü modunda, alınganlıklar, tripler, küsmeler, amaan binbir türlü saçma şeyler yapıyorsunuz.



  
Aslında en büyük zarar size oluyor tabi, gencecik yaşta kanserle boğuşmalar, kalp krizleriyle ölümden dönmeler... Size olan etkisi, direk öldürücü oluyor, pasif içicilerse sürünüyor, siz keyif alacaksınız diye ne yedikleri yemekten, ne içtikleri kahveden, ne ettikleri sohbetten keyif alıyor. Ha bir de gencecik yaşta ölümcül hastalıklara yakalanıyorsunuz, gene o pasif içiciler başınızda oturup ağlıyor...ileri dozdaki pasif içicileri de kanser, kalp krizi, ölüm senaryolarının beklediğinden ayrıca bahsetmek istemiyorum.

Burada kimseye sigaranın zararlarını anlatmak, sigarayı bırakın tarzı nutuklar atmak istemiyorum. Kim ne yaparsa yapsın, ölmek istiyorsa da ölsün, yapacak bir şey yok. Ama lütfen biraz anlayış, biraz saygı ey tiryakiler! Lütfen ya! Yalvarayım mı artık? Ha gerekirse onu da yaparım. Yeter ki insan gibi nefes alabileyim. Lütfen, rica ediyorum, sigara içmeyen insanların yanında içmeyin şu zıkkımı, evlerine gittiğinizde, arabalarına bindiğinizde “sigara içebilir miyim” diye sorup, “dışarıda içebilirsin” cevabı aldığınızda küsmeyin, alınmayın lütfen, alınacaksanız eğer sormayın. Sigara içmiyorsa vardır bir bildiği de içmiyordur. Evinde, arabasında, etrafında sigara içilmesinden keyif alıyor olsaydı, kendisi içerdi zaten değil mi? O kadarcık zekası vardır heralde bu insanların?

Yemeğe mi gittiniz, tavla oynamaya mı gittiniz, kahve içmeye mi gittiniz, canınız tam oyunun ortasında sigara mı istedi? Bir mola isteyin arkadaşınızdan, kardeşinizden, her kimse artık karşınızdaki...gidin dışarıda kendiniz gibi tiryakilerle birlikte için sigaranızı, sonra oyununuza, kahvenize, yemeğinize geri dönün...siz de mutlu olun karşınızdakinin de keyfi kaçmasın...


Kimse size içmeyin demiyor. Bakın sokaklarda içmek serbest. Onun bile yasak olduğu ülkeler var. Ama siz sigara içip keyfe geleceksiniz diye, yanınızda sürüklemeyin herkesi sokağa...zira sokaklarda dolaşmak bile işkenceye dönüştü dumanlarınız yüzünden.

Bir de çok büyük bir ayıp var ki, benim dilim varmıyor söylemeye, elim varmıyor yazmaya ama küçük bir not halinde belirtmeden de edemicem...
Birçok kapalı mekanda yasak işlemez olmuş, şaştım kaldım. Gittiğim birçok yerde şahit oldum fosur fosur sigara içildiğine ve çok moralim bozuldu. Kırk yılda bir, keyif almak için yemeğe gidiyorum diyelim bir yere, sigara içilmiyor diye güzelim havada bile içeride oturmayı tercih ediyorum ama bir de ne göreyim, o çok sevdiğim dumanlar içeride!!! Hem para vericem, hem keyif almıcam, hem öksüre öksüre eve dönücem, hem bütün kıyafetlerimi bir hışımla vernel eşliğinde yıkıyacam kokusu gitsin diye, saçlarımı en keskin kokulu şampuanlarla yıkıyacam...

offf şimdi darlandım işte, bu ne lan, içim sıkıldı, labirent mübarek, her yer duman altı, her yer çıkmaz sokak! bütün düşüncesiz sigara tiryakilerini uzaya gönderme hayalim canlandı yine...koyacaksın bir uzay mekiğine hepsini, ateşliyeceksin, sonra vınnnn uzaydalar. Ver elini yerçekimsiz ortam, ver elini özgürlük, ver elini özgürce sigara içmek, külünüzün düşme problemi de kalkar ortadan, vallahi mis gibi mis!

Hakkatten ya, uzaya gidin uzaya! Siz de rahat edin biz de rahat edelim!

Oh be dünya varmış!!!